18 Kasım 2009 Çarşamba

Atatürk’ün İlk Askerlik Yılları VATAN VE HÜRRİYET

KİTAP HAKKINDA

Mustafa Kemal, Selanik Askerî Ortaokulu’na gitme kararıyla, kendi hayat yolu ile birlikte Türk milletinin de kurtuluş çizgisini çizmiştir. Harp Akademisi’ni bitirince, çok sevdiği askerlik mesleğine ilk adımını atmıştır. Ama bu ilk adımı biraz sıkıntılı atmıştır. Çünkü okuldaki çalışmalarından dolayı, okulu bitirdikten sonra da takip edilmiş, “hürriyet” için gizli faaliyetler yaptığı gerekçesiyle tutuklanmıştır. Serbest bırakılınca da Şam’da bulunan 5’inci Ordu emrine ataması yapıldı.
Bu kitap, Mustafa Kemal’in 1905 yılında başlayan ilk askerlik günlerinden itibaren 1910 yılına kadar süren askerlik günlerini anlatmaktadır. Bunun yanı sıra, bu döneme damgasını vuran olaylar, kişiler, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu ortam yer almaktadır.
Bu yılların en önemli simgesi İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Bu cemiyet, hürriyet mücadelesi vermiş, İkinci Meşrutiyet döneminin başlamasını sağlamıştır. Ama hazırlığı olmadığı için, çoğunluk olmasına rağmen yeni yönetimin iktidarı olamamıştır.
Meşrutiyet ile gelen hürriyet ortamından en çok azınlıklar yararlanmıştır. Osmanlı topluluğu içindeki yabancı unsurlar, kendi hürriyetlerinin peşine düşünce, hızlı bir ayrılık rüzgârları esmiştir. Bulgarlar, Arnavutlar, Rumlar, Ermeniler, Araplar bu rüzgârları estirmişlerdir.
Bu parçalanmayı gören aydınlarımız Osmanlı birliğini korumak için “Osmanlıcılık” fikrini ortaya attılar. Azınlıkların buna yanaşmadıkları görülünce, “İslamcılık” fikrini öne sürdüler. Ama Avrupa’da, Afrika’da ve Arabistan’da yaşayan Müslümanlar, Hıristiyan azınlıklardan daha önce ayrılık şarkılarını söyleyince, bu düşünce de çare olmamıştır. İşte bu ortamda, vatan ve millet sevgisini yüreğinde taşıyan, gelecekten kaygı duyan, her biri hürriyet mücadelesi yapmış olan aydınlarımız yeni bir fikir ortaya koyuyorlar: Türkçülük. Osmanlı Devleti’nin gerçek sahibi Türklerdir. Diğer azınlıklar Osmanlı topluluğundan ayrılabilirler. Geriye kalanlar sadece Türkler olacaktır. Arnavutlar Arnavutluğunu, Bulgarlar Bulgarlığını, Rumlar Rumluğunu, Ermeniler Ermeniliğini, Araplar Araplığını öne çıkarmaktaydılar. Öyleyse Türk olarak aydınlarımıza düşen görev, Türklüğümüzü öne çıkarmak oldu.
İkinci Meşrutiyet’in birinci yılında, hürriyet ortamının getirdiği olaylar çok önemlidir. Tarihe “31 Mart Vakası” diye geçen ayaklanma, bu ayaklanmayı bastırmak için Selanik ve Edirne’den gelen Hareket Ordusu, İkinci Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, siyasi cinayetler, siyasi entrikalar, büyük devletlerin baskısı. Bu yılları çok iyi öğrenmeliyiz. Günümüzdeki olaylar, o günlerin bir aynası gibi karşımızda durmaktadır.
Çok hızlı ve dopdolu geçen 1908 ve 1909 yılları, ders alınacak ibretlerle doludur. İç çekişmelerin içinde, yabancı devletlerin her birinin kendi emperyalist emelleri vardı. Bu sıkıntıların ve buhranların çoğalması için akla gelmedik işlere girdiler. Hürriyet’in simgesi İttihat ve Terakki, siyaset sahnesinde çabuk yıpranmıştır. Mustafa Kemal, bunu önceden gördüğü için, İttihat ve Terakki kongresinde askerin siyasetten uzak durmasını teklif etmiştir. Ama geleceğin tehlikesini göremeyenler, o günün parıltısından ayrılamamışlar, Mustafa Kemal’in bu teklifini kabul etmemişlerdir.
Bütün bu hengâmede Mustafa Kemal, kendisini askerliğe vermiştir. Çok sevdiği mesleğini en iyi şekilde öğrenmeye çalışmıştır.
Bu kitap 1905 ile 1910 yılları arasında geçen, çok hızlı ve dolu dolu geçen yılların olayları ele alınmıştır. Bu yılları çok iyi yorumlayalım. Tekrarı yok demeyelim. Çünkü benzerlerini günümüzde yine yaşıyoruz.
Halil İbrahim YILDIRIM
















ATATÜRK’ÜN ASKERLİK GÜNLERİ

İLK TAYİN: ŞAM SÜRGÜNÜ

Mustafa Kemal Kurmay Yüzbaşı olarak Akademi’yi bitirdi. Ancak, okuldaki gizli faaliyetlerinden dolayı takibe alındı. Aralarına karışan bir hafiye sayesinde arkadaşlarıyla birlikte 1905 yılının Ocak ayı içinde tutuklandı. Bir süre tutuklu kaldıktan sonra Rıza Paşa’nın gayretleriyle serbest bırakıldılar. Serbest bırakılınca atamaların yapılması için Genelkurmay Başkanlığı’na çağrıldılar. Burada, kendilerine kura çekileceğini, fakat aralarında anlaşırlarsa kuraya gerek kalmayacağını, Edirne ve Selanik’te bulunan İkinci ve Üçüncü Ordulara atanacakları bildirildi. Bunun üzerine Mustafa Kemal, arkadaşlarıyla kısa bir konuşma yaparak Edirne ve Selanik’e gidecekler belirlendi. Ama Genelkurmay’daki yetkililer, genç yüzbaşıların kısa sürede yaptıkları anlaşmaya bakarak, bunların arasında bir gizli teşkilât olduğu kanaatine vardılar.
Bu kanaat sonucu, bu genç yüzbaşıların pek çoğu Şam’a, Beşinci Ordu’ya gönderildiler. Bunların arasında Mustafa Kemal’in yanı sıra, Ali Fuat (Cebesoy), Müfit (Özdeş) gibi arkadaşları da bulunuyordu. Bu atamalar 05 Şubat 1905 tarihinde yapıldı. Mustafa Kemal’in atamasıyla ilgili belgede “memleketine kolay vasıtalarla gidemeyeceği bir bölgede hizmet görmesi” kaydı vardı.
Atama kararını alan Mustafa Kemal ve arkadaşları İstanbul’dan bir vapurla soğuk ve karlı bir Şubat günü Beyrut’a hareket ettiler. Soğuk havaya rağmen üç arkadaş uzun süre güvertede kaldılar. İstanbul’dan uzaklaştıkça, üzüntüleri de azalmıştı. Askerlik mesleğini çok seven bu üç arkadaş için yeni bir hayat başlıyordu. Bir gün sonra İzmir’e, oradan da Beyrut’a geldiler. Trenle de Şam’a hareket ettiler.
Mustafa Kemal, merkezi Şam’da bulunan 30’uncu Süvari Alayı’na, arkadaşı Müfit ise 20’nci Süvari Alayı’na, Ali Fuat (Cebesoy) ise Beyrut’taki Süvari Alayı’na atandı.

YARININ ADAMI OLMAK

Mustafa Kemal, 30’uncu Süvari Alayı’ndaki stajyerlik çalışmalarında askerlik mesleği konusunda hem bilgisini geliştirmek, hem de alayın çalışmalarına katılmaktaydı. 11 Mart 1905 günü Havran ve Kuneytara bölgelerinde Dürziler ayaklandılar. Mustafa Kemal’in bulunduğu alay bu ayaklanmanın bastırılması için görevlendirildi.
Mustafa Kemal, buradaki olayların çoğunlukla ayaklanma değil, bazı vurguncuların halkı soymak amacıyla bu ayaklanma bahanelerini ortaya attıklarını öğrendi. Bunlarla mücadele etti. Bu insanlardan uzak durarak, onlara bulaşmamaya, bir arada bulunmamaya dikkat etti. Birlikte çalıştığı subayların bir bölümü bu işi yapıyor, halkı soyuyorlardı. Geriye kalanların bazıları bu soygun düzeninden uzak dururken, bazıları da kararsız kalıyordu.
Mustafa Kemal gibi yarınlara doğru şerefle ilerlemek, gelecekte önünü kesecek hiçbir yanlışa sebebiyet vermeden yaşayacak insanlar bu soygunlardan uzak durmalıydılar. Çünkü o biliyordu ki, küçük menfaatler peşinde koşanlardan büyük insan çıkmaz.
11 Mart’taki ayaklanmada yine aynı oyun sahnelenmekteydi. O bilinen bazı subaylar vurgun payını almaktaydılar. Mustafa Kemal, bu soygundan pay alıp almamakta kararsız olan bir arkadaşını fark eder ve ona sorar:
-Bu günün adamı mı olmak istiyorsun, yoksa yarının mı?
-Elbette yarının.
-Öyleyse elbette pay alamazsın.
Diyerek, o arkadaşını bu haksız paydan uzak tutmasını başarmıştı.
Yine bir başka gün, bir başka ayaklanma üzerine gidilmişti. Ayaklanma kendiliğinden yatışmıştı. Ancak komutan, olayı İstanbul’a duyururken, sanki büyük bir başarı kazanılmış havası ile durumu abartmıştı. Bundan haberdar olan Mustafa Kemal:
-Fakat onları biz püskürtmedik, kendileri gittiler, demesi üzerine jandarma komutanı:
-Sen henüz cahilsin... Padişahımızı anlamamışsın, dedi.
-Ben cahil olabilirim ama Padişahımız cahil olmamalıdır, sizlerin de ne olduklarınızı bilmelidir, demişti.

VATAN VE HÜRRİYET

1905 yılı bu şekilde geçti. Burada kendine uygun kişilerle tanıştı. Bunlardan biri kıta komutanı Lütfi Bey’di. Lütfi Bey, iyi bir insan, soygun düzeninden uzak duran namuslu subaylar arasında bulunuyordu. Lütfi Bey, burada bazı arkadaşlar edinmiş, birlikte gizli cemiyet kurma teşebbüsünde bulunmuşlardı. Ama bunu başaramamışlardı. Aralarına katılan Mustafa Kemal’i yakından tanıdıktan sonra o arkadaşlarını Mustafa Kemal ile tanıştırmakta hiçbir sakınca görmüyordu. Lütfi Bey, öncelikle Şam’da tüccarlık yapan bir arkadaşını tanıştırdı. Tüccarlık yapan bu kişinin adı Mustafa Bey’di. Mustafa Bey, daha önceki yıllarda Tıbbiye’de okurken siyasetle uğraştığı ve çevresine hürriyet telkinlerinde bulunduğu suçlamasıyla Şam’a sürülmüştür. Atatürk, bu tüccar Mustafa Bey’i daha sonraki yıllarda unutmamıştır. Mustafa Bey, TBMM 1. Dönem Kozan, daha sonra Çorum Milletvekili olmuş, Cantekin soyadını almıştır.
Ali Fuat (Cebesoy), Mustafa Kemal’in Suriye’deki siyasi faaliyetlerini şöyle anlatmaktadır:
“Bu olayın tafsilatını kendisinin ağzından birkaç defa dinlemişimdir. Mustafa Kemal olayı şöyle anlatır:
-Bir gün Komutan Lütfü Bey’le beraber Hamidiye Çarşısı’nda dolaşıyorduk. Müfit de vardı. Ufak bir dükkânın önüne geldik. Komutan, “Mustafa Bey neredesin?” diye seslendi. Ayağında ayakkabı yerine takunya olan genç bir adam meydana çıktı. Oturacak yer olmadığı için, dükkânın dışına arkalıksız üç dört sandalye getirerek bize yer gösterdi. Ticaretle meşgul olduğunu söyleyen bu zat, Suriye’nin yerlisi değildi. İstanbul Türkçesi konuşuyordu. Cümleleri çok düzgündü. Genç olmasına rağmen güngörmüş bir adama benziyordu. O, Lütfi ve Müfit ile konuşurken içeriye girdim. Bir bacağı sallanan tahta masanın üzerinde gördüğüm birkaç kitap beni hayretler içinde bıraktı. Bunlar Fransızca tıp, felsefe ve sosyolojiye ait eserlerdi. Dışarıya çıkarak kendisinden sordum. Bu kitapların eskiden kaldığını, unutmamak için ara sıra okuduğunu söyledi. Fazla bilgi vermedi’.
Birkaç gün sonra mesele anlaşılmıştı. Lütfi Bey’in, Mustafa Kemal’le Müfit’i buraya getirmiş olması sebepsiz değildi. Mustafa Bey, İstanbul Tıp Fakültesi’nde talebe iken siyasete karıştığı ve hürriyet için telkinler yaptığından okuldan kovulmuş, üç yıl kalebentliğe mahkum edilmiş, sonra Şam’a gelerek ticaret yapmaya başlamıştı. Fakat uslanmamıştı. Burada edindiği yeni arkadaşlarla teşkilât kurmaya kalkışmış, ancak bir başarı sağlayamamıştı. Şimdi aynı gaye için Mustafa Kemal ile birleşmeye hazırdı.”
Mustafa Kemal’in Şam’a gelmesinin birinci yılında, 1906 yılında, burada bir cemiyet kurdular. Kurulan bu cemiyete “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” adını verdiler. Mustafa Kemal, Şam’dan sonra Beyrut, Hayfa ve Kudüs’te değişik süvari birliklerinde stajını tamamlarken, buralarda Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin şubelerini kurdu. Mustafa Kemal, bu günleri şöyle anlatmaktadır: “Yafa (Hayfa)’da daha fazlaca kaldım. Oradaki teşkilat daha kuvvetli oldu. Fakat Suriye'de arzu ettiğimiz derecede işi teşkilatlanmak gayri mümkün görünüyordu. Ben de işin Makedonya'da seri gideceği kanaati vardı. Oraya gitmek için çare düşünmekte idim.”

SELANİK YOLCULUĞU

Mustafa Kemal, bu cemiyet işlerinin bu topraklarda pek yankı bulmayacağını biliyordu. Bu cemiyetin gerçek yeri Selanik’ti. Selanik’in bulunduğu Makedonya’ya giderek bu düşüncelerini gerçekleştirmeliydi. Önce burada bulunan arkadaşlarıyla haberleşmiş, Şükrü Paşa’dan olumlu cevap alınınca Mustafa Kemal’e Selanik yolu görünmüştü. Bunu da ilk önce, 1906 yılı Temmuz’unda arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy)’a haber verdi.
Ali Fuat, Mustafa Kemal’in Suriye’den Makedonya’ya gitmek isteğini şöyle anlatmaktadır:
“Bir gün öğleye doğru süvari bölüğüne bir teğmen geldi. İki kurmay subayın beni çok acele olarak Schrender birahanesinde beklediklerini haber verdi. İçeriye girdiğim zaman, Mustafa Kemal ile Müfit’in köşe masalardan birinde oturduklarını gördüm. Onlar da beni görmüşler el sallıyorlardı. Hâlbuki Mustafa Kemal’den bir hafta önce aldığım mektupta süvari stajını tamamladıklarını, piyade stajını Yafa’da yapacaklarını, yeni görevlerine başlamadan önce Beyrut’a gelerek birkaç gece kalacaklarını yazıyor, on beş gün sonrası için iyi bir otelde iki kişilik oda ayırtmamı istiyordu.
Mustafa Kemal’i heyecanlı ve endişeli buldum. İlk sözü:
-Ben Makedonya’ya gidiyorum.
Oldu ve durumu kısaca anlattı:
-Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin 5’inci Ordu mıntıkasında gelişmesine imkân yok gibi idi. Makedonya’da ise süratli bir gelişme olacağı muhakkaktı. Rumeli’ye geçmek kararını vermiş, Mareşal Hakkı Paşa’nın oğlu Haydar’ın da yardımıyla bir izin tezkeresi uydurmuştu. Ancak bu tezkere İzmir’den öteye geçmezdi. Fakat Selanik’e vardıktan sonra bir kolayını bulmaya çalışacaktı. Sınıf arkadaşlarımızdan Tevfik Selanik’e ve Cemil Süleymaniye’ye (Cumhuriyet dönemi İçişleri Bakanı Cemil Uybadın) birer mektup yazmıştı. Cemil okuldan mümtaz yüzbaşı olarak çıkmıştı. Selanik’te Merkez Komutan Muavinliği yapıyordu. Sonra, yine Selanik’te bulunan diğer sınıf arkadaşlarımızdan Kurmay Yüzbaşı Kemal Ohri’ye de müracaat etmişti. Kemal, Topçu Müfettişi Şükrü Paşa’yı ailece tanıyordu. Kendisiyle konuşmuş, aldığı müspet cevabı Şam’a bildirmişti. Kemal Ohri, bilahare Şükrü Paşa’ya damat olmuştur.
Ben, Makedonya seyahatinin pek kolay olacağına kani değildim. İzin tezkeresindeki yanlışlık nasıl olsa anlaşılacaktı. Çünkü biz, 5’inci Ordu’ya tayin edildiğimiz zaman çıkan iradede ordu mıntıkasını terk edemiyeceğimize dair bir kayıt vardı. Yani mimli idik. Sonra, Şükrü Paşa şöhretli ve vatanperver bir asker olmakla beraber padişaha sadıktı. Öyle bir tahsil ve terbiye görmüştü. Alıştığı bir rejimi devirmek için çalışacaklara yardım etmek istemeyebilirdi. Endişelerimi Mustafa Kemal’e de anlattım. Fakat O kararını vermişti.
Şöyle bir anlaşmaya vardık: Müfit Kırşehir, Yafa’daki Nişancı Taburu Komutanı Ahmet Bey’le arkadaşlık kurmaya çalışacak ve ilerde ondan faydalanmak çarelerini arayacaktı. Ben ise bir tehlike vukuunda Şam’a giderek Üsteğmen Haydar vasıtasıyla Hakkı Paşa’ya başvuracaktım.
İşte bu günlerde Mustafa Kemal, elindeki izin tezkeresiyle gizlice Selanik’e geldi. Selanik’e geliş hikâyesini hatıralarında şöyle anlatmaktadır:
“Bu tezkereyle izinli olarak İzmir’e gidebilecektim. İşin içinde bir yanlışlık olduğunun meydana çıkacağından emindim. Fakat o esnada Selanik’te topçu müfettişi bulunan Şükrü Paşa’nın gayet vatanperver bir zat olduğunu anlatıyorlardı. Kendisine bir mektup yazdım. Kendimi ve maksadımı az çok açıkça anlattım. Bunların seri suretle yapılması, Makedonya’ya gitmeme bağlı idi.
Kendi evsafı hakkında duyduğum şeyler doğru ise delalet etmesini rica ettim. Doğrudan doğruya cevap vermedi. Fakat ne şekilde olursa olsun Selanik’e gidersem, işi temin edeceğini bilvasıta bildirdi. Tezkereyi cebimize koyduk. Makedonya’ya gitmek üzere hareket ettim. Fakat hareketimin ardından meselenin meydana çıkması ihtimaline karşı izimi kaybettirmek için evvela Mısır’a, sonra Yunanistan’a (Pire’ye) gittim. Şayet bir malumat olursa oralardan geçerken Yafa’dan bildireceklerdi. Hiç bir şey yazmadılar.”
Mustafa Kemal’e geçtiği yollarda alması için telgraf çeken arkadaşlarından Kurmay Yüzbaşısı Ahmet Tevfik Bey, kendisini Selanik rıhtımında karşıladı. Mustafa Kemal, Şükrü Paşa ile görüştü. Şükrü Paşa Selanik’e geldiği takdirde kendisine yardımcı olacağını dolaylı olarak bildirmesine rağmen, bu görüşmesinde, Mustafa Kemal’e karşı olumlu bir davranışta ve yardımda bulunmadı.

SELANİK’TE VATAN VE HÜRRİYET CEMİYETİ

Bu durum Mustafa Kemal için sürpriz olmuştu. Şimdi kendi başının çaresine bakması gerekiyordu. Önce eski arkadaşlarından Ömer Naci’yi aradı. Ömer Naci, Manastır Askerî Lisesi’nden okul arkadaşıdır. Kendisine edebiyatı, şiiri tanıtan, Namık Kemal’i sevdiren kişidir. İki eski arkadaş buluştular. Durumu aralarında görüşerek, Selanik’te “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”nin şubesinin kurulmasına karar verdiler. Derhal Hakkı Baha Bey’in evinde toplandılar. Mustafa Kemal burada maksadını açıkladı:
“Arkadaşlar bu gece sizleri burada toplamaktan maksadım şudur. Memleketin yaşadığı vahim anları size söylemeye lüzum görmüyorum. Bunu hepiniz biliyorsunuz. Bu bedbaht memlekete karşı önemli görevlerimiz vardır. Onu kurtarmak yegâne hedefimizdir. Bugün Makedonya’yı ve bütün Rumeli kıtasını vatan camiasından ayırmak istiyorlar... millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin (ilerlemenin) ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına bazı büyük görevler yüklüyor. Ben Suriye’de bir cemiyet kurdum. İstibdat ile mücadeleye başladık. Buraya bu cemiyetin esasını kurmaya geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkilâtı yaygınlaştırmak zaruridir. Sizden fedakârlıklar bekliyorum. Yok edici bir istibdada karşı ancak ihtilal ile cevap vermek köhneleşmiş olan çürük idareyi yıkmak, milleti hâkim kılmak hulasa vatanı kurtarmak için sizi göreve davet ediyorum.”
Mustafa Kemal’in konuşmasından sonra derin bir sessizlik oldu. Biraz sonra bu sessizliği Ömer Naci bozdu: “Mustafa Kemal arkandayız, seni takip edeceğiz. Ölümler, cellatlar, işkenceler bile bizi bu azmimizden çeviremeyecektir. Hürriyet verilmez, o ancak alınır. Zulüm ve istibdat altında inleyen bu masun ve biçare milleti kurtaracağız. Yaşasın hürriyet ve ihtilâl!”
Mustafa Kemal tekrar söz aldı: “Arkadaşlar gerçi bizden evvel birçok teşebbüsler yapılmıştır. Fakat onlar başaramadılar. Çünkü teşkilâtsız işe başladılar. Biz kuracağımız teşkilât ile bir gün mutlaka kesinlikle başaracağız. Vatanı milleti kurtaracağız”
Daha sonra hepsi ellerini bir tabancanın üzerine koyarak and içtiler. Bu toplantıya Ömer Naci, Hakkı Baha, Mustafa Necip, Hüsrev Sami (Kızıldoğan) katıldı. Cemiyetin kuruluşuna Selanik Askeri Rüştiyesi Müdürü Tahir Bey ve okulun Fransızca öğretmenlerinden İsmail Efendi de katıldı.
Selanik’teki hafiyeler iş başındaydı. Mustafa Kemal’in Selanik’e geldiğini duymuşlardı. Durumu hemen İstanbul’a bildirdiler. İstanbul da bir soruşturma açarak durumu Mustafa Kemal’in görev yerinden sormuştur. Mustafa Kemal, yapması gereken görevi yaptığı için daha fazla Selanik’te kalması gerekmiyordu. Yola çıkarak Yafa’ya, oradan da Akabe’ye geldi.
Mustafa Kemal’in izinsiz olarak Selanik’te gezdiği için tutuklama emri Yafa’ya gönderilmişti. Binbaşı Ahmet Bey onu karşıladı. Yanında getirdiği üniforma ve diğer eşyalarını verdi. Mustafa Kemal, üzerini değiştirerek hemen yola çıktılar. Hafiyelere görünmeden yol almaları hayli zor oldu.
O günlerde, bir süreden beri Osmanlı ile Mısır-İngiliz hükümeti arasında bir sınır anlaşmazlığı sürüp gitmekteydi. Uzağı gören İngilizler, himayeleri altındaki ülke adına bütün Sina yarımadasından başka, Kızıldeniz’in kuzeydoğu ucundaki Akabe limanı ve kenti üzerinde de hak iddia ediyorlardı. Burası Arap dünyasının orta kesimi için bir giriş yeriydi. Osmanlı Devleti ise stratejik açıdan Akabe’yi elinde tutmak istiyordu. Ansızın yapılabilecek bir saldırıyı önlemek amacıyla da oraya birlikler sevk etmişti.
Mustafa Kemal, arkadaşıyla birlikte doğruca buradaki birliğin karargâhına gitti ve ülküdaşı olan arkadaşı Lütfi Bey’in emrinde bir birliğin komutasını üstlendi.
Bu sırada Yafa Komutanı da İstanbul’a, Yüzbaşı Mustafa Kemal’in izinsiz görevinden ayrıldığı yolundaki söylentinin bir yanılgıdan kaynaklanmış olması gerektiğini, kendisinin birkaç aydan beri Sina cephesinde olduğunu bildirdi. Bir-Seba’daki komutana, yani Lütfi Bey’e durum sorulunca, o da Yafa Komutanı’nın bildirdiklerini doğruladı.

OSMANLI HÜRRİYET CEMİYETİ

Eylül ayında Selanik’te “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” kuruldu. Kurucuları on kişi idi: 1-Selanik Askeri Rüştiyesi Müdürü Tahir Bey. 2-Selanik Askeri Rüştiyesi Fransızca Öğretmeni Yüzbaşı Naki Bey. 3-Selanik-İşkodra-Manastır İlleri Posta ve Telgraf Müdürlüğü Tahrirat Kalemi Başkâtibi Talat Bey. 4-Maarif Muhasebecisi Midhat Şükrü Bey. 5-Yüzbaşı Ömer Naci Bey, 6-Yüzbaşı İsmail Hakkı (Pars) Bey. 7-Müşiriyet Yaveri Kâzım Nami (Duru) Bey. 8-Teğmen İsmail Canbolat Bey. 9-Selanikli gençlerden Rahmi (eski İzmir Milletvekillerinden), 10-Edip Servet Bey.

TÜRKLÜĞÜ BİLMEK

Mustafa Kemal, Yafa’da, piyade stajını yaptığı sırada, Arap askerlere sert davranan çavuşu azarlayan yüzbaşıyı, yanlış yaptığını söyleyerek uyardı.
Bu olayı Ali Fuat Bey şöyle anlatmaktadır:
“Mustafa Kemal, 5’inci Ordu’da Arap ırkından olan askerlere daha özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından daha üstün tutulduklarını gördükçe müteessir oluyordu.
-Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygudan ne zaman kurtulacağız?
Diyordu. Aynı ıstırabı ben de duyuyordum. Bir gün piyade stajını yaptığı Yafa’ya gittim. Piyade acemi devresi henüz yeni başlamıştı. Çoğunluğu o bölgeden toplanmış olan Arap gençleri teşkil ediyordu. Eğitim kadrosu ise Anadolulu kıta çavuşları olan Türk gençlerinden kurulmuştu. Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Uzun yıllar 5’inci Ordu çevresinde kalmasına rağmen Rumeli şivesini değiştirmemişti. Yüzbaşı, Anadolu’lu kıta çavuşlarına karşı şiddetli davranıyor, yeni erlere karşı ise lüzumundan fazla müsamaha gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu. .. Bir gün Müfit (Özdeş) dayanamamış:
-Arkadaş, demişti. Senin bu yaptığın hareket doğru değil.
Aynı uyarmayı, daha ciddi olarak Mustafa Kemal de yapmış, fakat bir etkisi olmamıştı. Bana bu bilgiyi veren Mustafa Kemal, bir hafta on gün önce cereyan eden bir olayı şöyle anlattı:
-Bir gün, Makedonyalı yüzbaşı, kıta çavuşlarından birini bölük kumandanlığı odasına çağırttı. Müfit’le ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı gencin izzetinefsini kıracak şekilde azarlamağa başladı. Daha ziyade mensup olduğu ırka hücum ediyordu.
-Sen, diyordu, nasıl olur da necip Arap kavmine mensup Peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil. Sen onların ayağına su bile dökemezsin.
Gibi, gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeğe, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinde okunmağa başladı. Fakat gerçek itaatin sembolü olan her Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeğe çalıştı. Göz pınarlarında tanelenen yaşlar yanaklarına döküldü. Dayanamadım:
-Yüzbaşı efendi, susunuz! diye bağırdım. Birden şaşırdı. Sözlerinin bizden tasvip görmesini beklediği anlaşılıyordu.
-Yoksa fena bir şey mi söyledim?
-Evet, çok fena hareket ettiniz. Buna hakkınız yok. Bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi birçok bakımdan necip olabilir. Fakat senin de benim de, Müfit’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz kavmin de büyük ve asil bir millet olduğu asla inkâr edilmez bir gerçektir.
Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.
Çok yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu hakiki olay karşısında görüşü şu idi: Bu ve buna benzer hadiseler, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.”

YENİ BİR TÜRK DEVLETİ

Mustafa Kemal, 14 Kasım 1906 tarihinde topçu stajını tamamlamak üzere Yafa’dan Şam’a gitti. Ama Şam’a gitmeden önce, her zaman olduğu gibi yine Beyrut’a, arkadaşı Ali Fuat’a uğramıştır. Burada, arkadaş toplantılarında düşüncelerini açıklamaktan çekinmiyordu:
-Dava, yıkılmak üzere bulunan bir imparatorluktan, önce bir Türk Devleti çıkarmaktır.
Ali Fuat ise, “bu sözlerin taşıdığı büyük manayı Selanik’e geldikten sonra daha iyi anladım. Bu davanın cesaretle ortaya atılması kanaatine vardım. Fakat bu tezi savunacak kimseyi bulamadım”, diyor.
Gerçekten, Ali Fuat, topçu stajı için Selanik’e tayin olmuştu. Ali Fuat, Selanik’e gelince Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım’ı ziyaret etti.
Ali Fuat Bey bu ziyareti şöyle anlatmaktadır:
“Tevfik ile beraber Zübeyde Hanım’ı ziyaret ettik. Tevfik:
-Bak valide hanım, size kimi getirdim, bakalım tanıyacak mısın?
Dedi. Zübeyde Hanım yüzüme dikkatle baktı, sonra:
-A... Elbette tanıdım. Mustafa’nın sınıf arkadaşı Salacaklı Fuat.
Cevabını verince şaşırdım. Çünkü kendisini ilk defa görüyordum. Aynı şaşkınlık Tevfik’te de vardı. Elini öptük, o da bizim yüzümüzden gözümüzden öptü. Oğlunu sordu, tafsilat istedi. Girdiğimiz odada sedef işlemeli ceviz sehpanın üzerinde ve basit bir çerçevenin içinde Beyrut’ta arkadaşlarla beraber son çektirdiğimiz fotoğraf duruyordu. Demek Mustafa Kemal bir tanesini de annesine göndermişti. Fakat grupta bulunanların isimleri yazılı değildi. Ayakta duranlara şöyle bir baktı. Parmağı ile işaret ederek:
-İşte, bu sensin, dedi. Fakat oğlum ben seni daha evvelden tanıyorum.
Konsolun gözünü çekti. Bir albüm çıkardı. Bir sahifesini açtı. Burada benim Harp Akademisi’nin üçüncü sınıfında talebe iken babam İsmail Fazıl Paşa ile birlikte çektirdiğimiz fotoğraf duruyordu. Altında şu yazılar vardı: “Muazzez kardeşim ve sınıf refikim Mustafa Kemal’e. Ali Fuat Salacak.” Adımı nasıl öğrendiğini o zaman anladım.
Mustafa Kemal, 20 Haziran 1907 tarihinde Kıdemli Yüzbaşı’lığa (Kolağası’na) terfi etti. O tarihte Kolağası, yüzbaşılık ile binbaşılık arasında bir rütbe idi. Mustafa Kemal, bu rütbe ile 5’inci Ordu Erkânı Harbiye’sinde görevlendirildi.

İTTİHAT VE TERAKKİ

Mustafa Kemal Suriye’de askerlik hayatının ilk iki yılını başarıyla devam ettiriyordu. Selanik’te ise önemli siyasi gelişmeler yaşanmaktaydı. Bir yıl önce kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile İttihat ve Terakki Cemiyeti Dr. Nazım’ın aracılığı ile birleştiler. 27 Eylül 1907 tarihinde yapılan bu birleşmeden Mustafa Kemal’in haberi yoktu.

SELANİK’E TAYİN

Eylül ayında Mustafa Kemal için bir müjdeli haber vardı: Sürgünden kurtuluyordu. Ataması, 13 Ekim 1907 tarihinde 3’üncü Ordu’ya, yani Selanik’e yapıldı. Bu haberi bir mektupla Selanik’te bulunan arkadaşı Ali Fuat Bey’e bildirdi. Kendisinden, Selanik’te kalabilmek için girişimlerde bulunmasını istiyordu.
Mustafa Kemal, sonraları bu tayinin nasıl olduğunu şöyle anlatmıştı:
“Bir taraftan Şam’da Erkânı Harbiye Dairesi’nde vazifeme devam ederken, diğer taraftan da bir an önce Makedonya’ya geçmek çarelerini arıyordum. Haydar vasıtasıyla Müşir Hakkı Paşa’ya ricalarımı tekrarlıyordum Beni daha başka destekleyen arkadaşlar da vardı. Atış talimnamesinin hazırlanmasında gayretlerimi takdir eden Ordu Talim ve Terbiye Heyeti Reisi Albay Şeref Bey de bunlar arasında idi. O sıralarda Hakkı Paşa’nın Akabe meselesi yüzünden Yıldız Sarayı ile arası açıldığı ve istifa edeceği şayiaları dolaşıyordu. Eğer Hakkı Paşa ayrılırsa, benim naklim suya düşmüş olacaktı. Teessürüm günden güne artıyordu. Nihayet Hakkı Paşa bir gün beni çağırdı ve sordu:
-Üçüncü Ordu’ya nakletmek istiyormuşsunuz, öyle mi?
-Tensip buyurulursa, evet Paşa hazretleri.
Cevabını verdim. Müşir başka bir şey sormadı. Fakat hal ve tavrından muvafakat ettiğini anlamıştım. Ertesi günü erken saatlerde beni bulan Haydar, tekmil haberini verdi:
-Bir aksilik çıkmazsa, bu iş tamam.
Allah’a şükürler olsun. Bir aksilik çıkmadı.”
Ali Fuat, Selanik’teki faaliyetlerini de şöyle anlatmaktadır:
Mustafa Kemal’den gelen mektubu alır almaz, derhal Rahmi Bey’le görüştüm. Kurmay Dairesi’nde benden boşalan yere arkadaşımın tayini için aracılık etmesini rica ettim. Rahmi, 3’üncü Ordu Mareşali Hayri Paşa ile ailece görüşüyordu. Esasen ben de Hayri Paşa’nın yardımıyla Selanik’te kalabilmiştim. Mustafa Kemal’i daha önceden tanıyan Rahmi Bey:
-Bu iş kolay, dedi. Haydi şimdi Talât’a gidelim.
Talât, genç kurmay subayları İttihat ve Terakki içinde toplamayı candan arzuluyordu. O da muvafakat etti. Bu olay da gösteriyor ki, Talat Bey, İttihat ve Terakki ile ordu içinde etkili bir duruma geldiği anlaşılmaktadır. Etkili dostluklar, üyelikler sayesinde Selanik’e gelecek her subayın cemiyete girmesi sağlanıyordu. Ama Mustafa Kemal’in zaten bir cemiyetçi olduğunu biliyorlardı.
3’üncü Ordu merkezi Manastır’da idi. Kendisini oraya yollamak istediler. Selanik’te daha yüksek makam olmak üzere “Mareşallik” ve onun kurmay heyeti vardı. Mustafa Kemal ordu mareşalini gördü ve o günlerde bir “örnek alay”ı teftiş edenler arasında bulundu. Kendisinin mareşallik kurmay heyetinde değerli bir subay olacağını anlayıp Selanik’te alıkoydular.
Mustafa Kemal, Selanik’e gelir gelmez, Karaferiye’de çeteleri bastırmak amacıyla görevlendirilen arkadaşı Ali Fuat Bey’i görmek üzere Karaferiye’ye geldi.
Ali Fuat Bey, bu günleri şöyle anlatmaktadır:
Bir Perşembe günü akşamı, Karaferiye istasyonunda trenin gelmesini bekliyordum. Trenden çıkan subaylar arasında Mustafa Kemal’i görünce şaşırdım. Sarılıp öpüştük.
-Seni ziyarete geldim.
Dedi. Kaldığım eve gittik. Sabaha kadar dertleştik. Ben ayrıldıktan sonra 5’inci Ordu’da olup bitenleri anlattı.
-Beşinci Ordu’da askerlikten eser kalmamış..
Diyor, acı tenkitlerde bulunuyordu. Ben de Selânik’te geçen sekiz on ayın hikâyesini kendisine naklettim. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne nasıl girdiğimi, Genel Merkez toplantılarını olduğu gibi anlattım. İhtilâl öncesi ve sonrası hazırlıksız bulunduğumuzdan, arkadaşlar arasında lider olacak meziyetlere sahip kimsenin bulunmadığından uzun uzun bahsettim. Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin tekrar dirilmesine taraftar olup olmadığını sordum. Benim de bildiğim şeyleri tekrarladı. Vatan ve Hürriyet Cemiyeti hiçbir ilerleme kaydetmediği gibi, onun Selânik’te ilk şubesini kuran arkadaşlar da İttihat ve Terakki içinde eriyip gitmişlerdi. Meselâ Bursalı Tahir Bey, İttihat’ın bir numaralı üyesi olmuştu. .. İki cemiyet birleşmişti.
Mustafa Kemal:
-Bu emrivakii kabul zorunda kaldım ve ben de İttihat’ın bir üyesi oldum.
Dedi. Benim duyduğum endişeleri o da duymuştu. Meşrutiyet iade edilecekti. Bunda şüphe etmiyordu. Sultan Hamit, ister istemez, biraz direndikten sonra razı olacaktı. Eğer razı olmazsa, kan dökülecek, ama yine de Anayasa yürürlüğe girecekti. Diyordu ki:
-Fakat sonra ne olacak? Cemiyetin ne esaslı bir planı ve ne de meşrutiyetten sonra onu tatbik edecek bir lideri var?
Mustafa Kemal, görüşlerini daha ilk günlerde, İttihatçı arkadaşlara açıklamakta tereddüt etmemiş, fakat o da benim gibi istediği ilgiyi bulamamıştı.
Mustafa Kemal, 29 Ekim 1907 tarihinde Hakkı Baha (Pars) Bey’in evinde yapılan bir törenle İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı.

MİSAK-I MİLLÎ

Mustafa Kemal ile arkadaşı Ali Fuat, Karaferiye’de sıkça buluşuyorlardı. Her buluşmada sohbetler yapılırdı. Bu sohbetlerde, memleketin kurtuluşu ve geleceğin planları yapılırdı. Kasım ayındaki bir sohbette Mustafa Kemal, yarının sınırlarını, Misak-ı Millî sınırlarını ortaya koyan, o gün için değil söylemek, düşünmek dahi mümkün olmayan fikirler ortaya koymakta idi.
Ali Fuat Bey, Misak-ı Millî sınırları ile ilgili hatıraları şöyle anlatmaktadır:
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı sırasında Türk milletinin emellerini ve maksatlarını özetleyen ve adı İstiklâl Harbi’mizin başından sonuna kadar değişmeyen “Misak-ı Millî” programının ilk müsveddelerini 1920 yılı Ocak ayında yazmıştır. Ben, bu tarihi olayı en yakın bilenlerden biriyim. Mustafa Kemal “Millî Misak”ın esaslarını bu tarihten on üç yıl önce, 1907’de tespit etmiş, vatanını tehlikeden kurtarmak için ne gibi çareler düşünüp bulduğunu cesaretle ortaya koymuştur.
Ben aziz arkadaşımın fikirlerini daha Karaferiye’de iken dinledim.
Mustafa Kemal diyor ki:
-“Meşrutiyetin ilânı, yeter çare olamaz. Cemiyetin bir siyasi parti haline gelerek hükümeti, meşrutiyetin ilânından sonra ele alması lâzımdır. Parti, önceden bu görevini hazırlamış ve ne yapacağını programlaştırmış olmalıdır. Aksi takdirde, ikinci meşrutiyet de birincisinin akıbetine uğrar.”
Öyle ise ne yapmalıdır? Mustafa Kemal, ilk çare olarak şöyle düşünüyordu: “Meşrutiyet köhneleşmiş ve düzenini kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gövdesi üzerine değil, aksine Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerinde oturtulmak, düşmanlarının, yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine ihtilal idaresi kendi başına bir Türk devleti kurmalıdır.
Meşrutiyet’ten önceki zamanlarda Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu şöyle idi: Geçmişte kalan ve devam eden türlü dert ve meseleler içinde şiddetli bir fırtınaya tutulmuş harap bir gemi gibi idi. Daha önceden bir karar alınmadığı takdirde meşrutiyetin ilânından sonra bu meseleler kendi kendisine çözülecek ve durum daha da fena olacaktı. İç politikamızın bir kör düğümü haline gelmiş olan milliyetler meselesi de çözülecek, devletin menfaatleriyle bağdaşamayacak bir hal alacaktı. İdare, başından sonuna kadar bozuktu. Rumeli’de Bulgaristan, Sırbistan, Avusturya-Macaristan, Karadağ ve Yunanistan ile çevrilmiştik. Hâlbuki bu devletlere bağlı aynı ırktan azınlıklar, bu kıt’a üzerinde yaşıyorlardı. Bütün bunlar, Rumeli ülkemizden birer parça toprak daha kopararak o devletlerle birleşmekte gayret gösteriyorlar, acele ediyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, sadakatine dayandığı ve güvendiği tek unsur, Türklerdi. Bunlar da devleti ayakta tutabilmek için sayısız savaşlara girmişler ve insanca büyük kayıplara uğramışlardı. Rahatça ziraat yapamadıkları için de fakir düşmüşlerdi. Servet, diğer milletlerin elinde idi. Türk olmayan Müslüman halka da -ki bunların çoğunluğunu Araplar teşkil ediyordu- düşman devletler Müslüman olarak ırk ve ayırma ruhunu aşılıyorlardı. Dış duruma gelince; büyük devletler, Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmağa çoktan karar vermişlerdi. Plânlarını tatbik için kendileri için en müsait zamanı bekliyorlardı. Bunun tatbikatında yine ezilecek ve haklarından mahrum edilecekler, Türkler olacaklardı.
Meşrutiyetin ilânından sonra karşı karşıya kalacağı bunca önemli meseleler hakkında, İttihat ve Terakki Genel Merkezi’nde mutlak bir kayıtsızlık hüküm sürüyordu. Hâlbuki rejim değişikliğinde ve ihtilâl sonrasında kararlı, programlı ve kuvvetli liderleri olmazsa, bu rejim değişikliği sonucu, ya anarşiye veya istibdada gidilmiş olacaktı. Sultan İkinci Abdülhamit, Meşrutiyetçilere her şeyi yeniden kurulmaya ve düzeltilmeye muhtaç bir İmparatorluk devredecekti.
Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılacağını da ve bu yıkılışın enkazı altında Türklerin ezileceğini de seziyor ve müteessir oluyordu. Diyordu ki:
-“Nüfusun yarısı Türk olmayan ve hâlbuki geniş bir saha işgal eden devletin bütün ağırlığı ve müdafaası Türk’ün omuzlarına yükletilmiş, Hıristiyan azınlıklar ise, yalnız kendi çıkarlarını sağlamakla kalmıyorlar, komşu ve aynı ırktaki devletlerle birleşmek için fırsat kaçırmak istemiyorlar. Geriye kalan Türkler ve Araplar, ayrı ayrı devletlerin sömürgeleri haline getirilecek, Türk’ten başka olan unsurlar, düşman devletlerinin tarafını tutacaklar. Şu halde devlet gövdesinin çökmesiyle hasıl olacak enkazın altında ezilip perişan olmak mı, yoksa çoğunluğu Türk olan millî bir sınıra çekilerek burasını mı savunmak daha doğru ve hayırlı olacak? Ben, selâmeti ikinci fikrin tatbik edilmesinde görüyorum.”
Mustafa Kemal’in bu sözlerinden çıkan mana şu idi: Osmanlı İmparatorluğu’nun tasfiyesi işi, Türk’ün aleyhinde olarak düşmanlarımıza bırakılmamalıdır. Bir ihtilâl sonunda iş başına geleceği anlaşılan Meşrutiyetçilerin kuracağı idare, cesur bir kararla tasfiye işini kendisi yapmalıdır. Selâmet yolu budur.
Peki bu tasfiye işini nasıl yapmalıydı? Mustafa Kemal şöyle düşünüyordu:
-“Rumeli’de Doğu ve Batı Trakya bizde kalacak, Edirne’nin kuzey hudutları Bulgaristan aleyhine düzeltilecek, Arnavutluk, Avusturya-Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan Osmanlı başkanlığında İstanbul’da toplanacak bir konferansta milliyet çoğunluğu prensibine dayanılarak Osmanlı Rumeli kıtasının Doğu ve Batı Trakya’dan başka kısımları yukarıda adları geçen devletlere bırakılacaktı. Arnavutluk bağımsız olacak, Bosna-Hersek Sırbistan’la Avusturya-Macaristan arasında adilâne bir surette taksim edilecekti. Anadolu sahillerine yakın olan adalar yeni Türkiye devletinde kalacak, diğerleri Yunanistan’a verilecekti. Güney hudutlarımız Hatay, Halep ve Musul illerini içine alacak, diğerleri Araplara terk edilecekti. Anadolu’nun doğu ve kuzeydoğusunda bir değişiklik olmayacaktı. Yeni Türkiye içinde kalacak olan Rum, Bulgar ve Sırp azınlıklar dışarıda kalan Türklerle mübadele edilecekti.
Eğer meşrutiyetten sonra, Mustafa Kemal’in ileri sürdüğü bu politika takip edilmiş olsaydı, sonuç Türklerin lehinde gelişecek ve yalnız büyük devletlerin değil, Balkanlar ittifakı da bozulacak, Yunanistan sıkı bir surette yeni Türkiye ile anlaşmak zorunda kalacaktı. Sonra milyonlarca Türk, karlı Balkan dağlarında şehit olmayacak, Arabistan çöllerinde kumlara gömülmeyecekti.
-“Biliyorum,” diyordu. İleriyi görmek istemeyenler, imparatorluktan toprak fedakârlığı yapılmasını hoş karşılamayacaklar, hatta bizi ihanetle itham edecekler olacaktır. Biz buna rağmen, görüşlerimizin Meşrutiyet sonrası için bir program haline getirilmesini sağlamalı ve onu gerek Genel Merkez’de ve gerekse arkadaşlar arasında şiddetle müdafaa etmeliyiz.”
Mustafa Kemal, o sabah, trenle Karaferiye’den Selanik’e döndü.

JÖN TÜRKLER

Paris’te bulunan ve hürriyet mücadelesi veren gruplar bir araya geldiler. Jön Türkler ikinci kongrelerini topladılar. Her ne kadar Jön Türk denilse de kongreye Ermeni ve Rumlar da davet edilmişlerdir. Kongre için Prens Sabahattin öncülük yapmaktaydı. Paris’te Sabahattin’in işyerinde bir hazırlık komitesi toplandı. Sabahattincileri Dr. Nihat Reşat (Belger), Fazlı Beyler; Terakki ve İttihat’ı Dr. Bahattin Şakir ve Hüsrev Sami Beyler; Ermenileri Malümyan ile başka birisi temsil ediyorlardı. Hayli çekişmeli olduğu anlaşılan bu toplantılardan sonra 27 Aralık 1907 günü Kongre, Ahmet Rıza, Sabahattin ve K. Malumyan’ın ortak başkanlığı altında açıldı. Ahmet Rıza’nın hilâfet ve saltanat haklarını saklı tutacağı yolunda bir karar alınmasını istemesi, bazı tartışmalara yol açmışsa da, bu engel de Ermeniler’in uzlaşıcı bir tavır takınmalarıyla aşılmıştır.
İkinci Jön Türk Kongresi 29 Aralık 1907 tarihinde çalışmalarını tamamladı. Kongre uzun bir bildiri yayınladı.
Bildiri, Osmanlı Devleti’ni oluşturan milletlerin birlik olmayı başardıklarını ve çabalarını birleştirecek amaca ulaşıncaya kadar, ihtilâl yolunda ısrar edeceklerini duyuruyordu. Amaçları, Abdülhamit’i tahttan inmeye zorlamak, “mevcut idarenin” tamamen değiştirilmesi, parlamenter düzenin kurulmasıydı.
08-09 Haziran günü, İngiltere Kralı VII. Edvard ile Rus Çarı II. Nikola, kuzey denizinde Estonya’nın Reval (Tallin) limanında İngiltere Kraliyet yatında bir araya geldiler. Görüşmeler samimi bir havada geçti. Çıkan söylentilere göre, Rumeli’nin parçalanması gündemdeydi. Bu görüşmeler Genç Türkler arasında şüphe uyandırdı.
Reval görüşmeleri üzerine, meydana gelebilecek müdahaleleri önlemek ve devletin içinde bulunduğu güç durumdan kurtarılması için İttihat ve Terakki Cemiyeti vakit geçirmeden Kanunu Esasi’yi tatbike koymak, yani Meşrutiyeti ilân ettirmek için harekete geçti.
İttihatçılar, kendilerine baskı kuran Selanik Merkez Komutanı Kaymakam (Yarbay) Nazım’a suikast düzenlediler. Suikast için İsmail Canbolat ve Mustafa Necib görevlendirilmişti. Ama Yarbay Nazım bu suikasttan yaralı olarak kurtuldu ve İstanbul’a kaçtı.
Mustafa Kemal, 22 Haziran tarihinde Selânik’te 3’üncü Ordu Kurmay Heyeti’ndeki görevine ek olarak Selânik–Üsküp Demiryolları Müfettişliği’ne atandı.
3’üncü Ordu’ya atanmış olan Mustafa Kemal, Selanik’teki karargâhta kaldı. Aynı zamanda Makedonya Demiryolları’nın denetlenmesi görevi de ona verilmişti. Böylece kuşku uyandırmadan sürekli oradan oraya gidip gelebiliyordu. Selanik’teki Merkez ile çeşitli şehirlerdeki şube komiteleri arasında bağlantıyı sağlıyordu.
Yarbay Nazım’ın İstanbul’a kaçmasından sonra, Manastır ve çevresinde arzu edilmeyen olayları önlemek, buna sebebiyet verenlerin yakalanması için Şemsi Paşa görevlendirildi. Bu da gösteriyordu ki, şiddet ve sıkı tedbirlerin başlayacağı ortadaydı. Çok miktarda “kardeşkanı” akacağı kesindi.
İstanbul’da bu görevlendirme olurken, Selanik’te de İttihat ve Terakki kendi arasında bir toplantı yaparak önemli kararlar aldı. İttihatçılar, Makedonya’da başlamak üzere İkinci Meşrutiyet İhtilali’ne karar verdiler.









HÜRRİYET KAHRAMANI
(NİYAZİ, EYÜP SABRİ, ENVER BEYLER)

İttihatçıların toplantısı, Selanik’te Mithat Şükrü Bey’in evinde sabaha kadar sürdü. İttihat ve Terakki’nin “Asker–Sivil Kanatlar Toplantısı”nın sonunda İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesi için ihtilal kararı alındı.
Bu toplantıda Niyazi, Eyüp Sabri ve Enver’in dağa çıkmalarına Atıf’ın da üzerlerine kırk taburla gelen Osmanlı “Paşa”sını, Şemsi Paşa’yı vurmakla görevlendirildi.
03 Temmuz günü önce Niyazi Bey ile Eyüp Sabri (Akgöl) Bey sonra da Enver Bey dağa çıktılar.
Niyazi Bey, Cuma namazını izleyen saatlerde alay cephaneliğinden aldığı silah ve mühimmat ile birlikte dağa çıktı. Daha sonra Eyüp Sabri de aynı şekilde gerilla savaşına soyundu. Meşrutiyet ilân edilinceye kadar dağdan inmeyeceklerini söylediler.
Eyüp Sabri Bey, gelişmeleri şöyle anlatmaktadır:
Şemsi Paşa Petroviçe’den Manastır’a yürürken bizler boş duramazdık. Belki bugün garip gelir ve yadırganabilir, fakat eksiksiz doğrudur. Bu kadar kritik olmasa da bir kuvvet tezahürü gerektiği zaman kendileriyle kader birliği yaptığımız emrimizdeki kuvvetlerle fiilî başkaldırmayı Niyazi ve Enver’le düşünmüş, böyle bir anda “neler yapabileceğimizi” plân-kroki üzerinde kararlaştırmıştık. Hepimiz eşkıya takibinde pişmiştik. Sınırlarda görev aldığımız günden beri silahlı mücadele içinde idik. Bu tecrübelerimizi kendi öz kardeşlerimize tatbik edebilme mecburiyeti, hayatımızın en acı tecellisi idi; fakat devletin içinde bulunduğu acılı şartların daha uzun zaman süremeyeceği inancı da, hadiselerin tasdikinde idi. Makedonya elden gidiyordu...
Ötekiler tıkanmıştı, tek yol vardı: Doğrudan, vatan hayrına olduğuna inandığımız yolu açmak. Karar mevkiinde olan padişaha “evet” dedirtmek.
Bunun için kuvvete başvuracaktık.
Resmî görevi Resne nahiyesi Mevki Komutanlığı olan Kolağası Ahmet Niyazi’nin emrinde 200 askeri vardı. Ben Ohri Redif Taburu Kumandanı Kolağası Eyüp Sabri’nin emrinde 900 asker... Hepsi de çete savaşlarında pişmiş, tecrübeli, birbirine bağlı, sadık, fedakâr vatan evlatları. Böyle bir hizmet için Makedonya’nın sarp dağlarında komutanlarının gösterdikleri hedefler uğruna can vermeye hazırdılar. Evvelâ Ahmet Niyazi ile ikimiz (Eyüp Sabri) hükümete fiilen isyan edecektik. Hemen arkamızdan Kurmay Subay Binbaşısı Enver emrindeki taburla bize katılacaktı. Üçümüzün de dağa çıkış istikâmetlerimiz ayrı ayrı idi.
İttihatçıları temizlemekle görevlendirilen Şemsi Paşa, 06/07 Temmuz 1908 tarihinde, Pazartesi’yi Salı’ya bağlayan gece iki tabur asker ile Petroviçe’den Manastır’a özel bir trenle geldi. Postanenin yanındaki askerî konakta misafir oldu. 07 Temmuz Salı sabahı telgrafhaneye girdi. İttihatçıların üzerine yürümek için kuvvetlerini beklediğini Üçüncü Ordu Komutanlığı’na ve Yıldız Sarayı’na bildirmek üzere telgraflar gönderdi. Telgrafhaneden çıkarken İttihatçı fedai Teğmen Atıf tarafından vurularak öldürüldü. Atıf iki el ateş etti. Kurşunlardan birisi kap çevresine isabet etmişti. Şemsi Paşa’nın muhafızları şaşkınlıklarını üzerlerinden atarak Atıf’a ateş açtılar. Yaralanan Atıf kaçmayı başardı. Şemsi Paşa postane binasına alındı. Ama kurtarılamadı. Çantasından çıkan listede mutlaka tasfiyeleri şarttır kaydıyla 194 İttihatçının adı bulundu.
Eyüp Sabri Bey, hatıralarında şöyle anlatmaktadır: Nefes nasibi, ilahi takdir olarak kesilmeyen her ölüm acıdır. Fakat Şemsi Paşa’nın ölümü ile oluk gibi dökülmesi kaçınılmaz olan kardeşkanı akmadı ve başlattığımız ihtilalin önünde “karşı kuvvet” de kalmadı. Makedonya’nın o ana kadar hareketsiz kalan bütün merkezlerinde toplu katılmalarla Ordu Komutanlığı makamından gayrı safımızda olmayan askerî varlık kalmamıştı. Cesur bir kararla Manastır üzerine indim (Eyüp Sabri), savunma ve kavşak noktalarını çok iyi bildiğim Makedonya’nın kalbi mahiyetindeki şehri kuşattım. Şemsi Paşa’nın öldürülmesi haberi ile Niyazi de Priştine–Prizovik hattını tutan kuvvetleri ile geldi, katıldı.
Yapılacak şuydu: Yıldız Sarayı’nı, fiilî mukavemetin imkânsız olduğuna ikna etmek.
Talat Bey, Selanik 3’üncü Ordu Mareşali Hayri Paşa’ya, 08 Temmuz Çarşamba günü kan dökülmeden, meşruti sistem için Padişah’ın nasıl ikna edileceğini sordu.
Talat Bey olayı şöyle anlatır:
Hayri Paşa, o tarihte merkezi Selanik’te olan Üçüncü Ordu Mareşali idi ve bizim mevcudiyet ve gayelerimizden elbette haberdar idi. Yaverlerinden Binbaşı Nezir Bey bizdendi ve Paşa’nın belirli aralarla bizzat Padişah’a malûmat verdiğini öğrenmiş bulunuyorduk.
Çarşamba günü, özel iznini alarak çok geç vakit konağına ziyaretine gittim ve kan dökülmesini asla istemediğimizi, fakat vatanın hayrına kurtuluş için tek çare saydığımız meşruti sistem mücadelesinden de vazgeçemeyeceğimizi, çok kuvvetlendiğimizi Padişah’ın nasıl ikna edilebileceğini sordum. Beni sükûn ve sabırla dinledikten sonra âdeta bir çocuk yüzüne bakarcasına nazarları üzerimde dolaşmış, başını sallayarak şöyle demişti:
“Bakınız beyefendi oğlum: Padişah (Sultan Hamit) ciddi ve kat’î olarak istese sizin hatır ve hayalinize gelmeyecek tedbirlerle sizleri sahneden çok kısa zamanda tasfiye eder. Onun hareket tarzından anlıyorum ki, asla kardeşkanı dökülmesini istemiyor ve tarihe mutlak müstebit bir padişah olarak da geçmeyi arzu etmiyor. Fakat kanaatime göre, Meşrutiyet’ten ümidi de yok... Kararsız- lığının asıl sebebi bu... Size düşen hayrına ve doğruluğuna samimiyetle inanıyorsanız, gayeniz yolunda daha kat'i, cesur ve ciddi olmak.....”
İttihat ve Terakki, 12 Temmuz’da Manastır’daki yabancı konsoloslara bir bildiri göndererek amacının Meşrutiyet’in ilanı olduğunu bildirdi. Ayrıca anayasanın ilanı için Rumeli’nin her tarafından İstanbul’a telgraflar çekildi.

İKİNCİ MEŞRUTİYET

İttihat ve Terakki Cemiyeti, Selanik’teki merkezde, 21/22 Temmuz gecesi olağanüstü bir toplantı yaptı. Bu toplantıda Meşrutiyet’in ilanı için 24 Temmuz’da genel ayaklanmanın başlamasına karar verildi.
Ayaklanma öncelikle Rumeli’nin her köşesinde halk ve asker adına İstanbul’a telgraflar çekilerek başlatılacaktı. Duvarlara Meşrutiyet isteyen ve Fethi (Okyar) Bey’in hazırladığı bildiriler asılacaktı.
Sait Paşa, 22 Temmuz günü 7’nci defa Sadrazamlığa tayin olundu. 04 Ağustos 1908 tarihine kadar bu görevde kaldı. Abdülhamit; “Rumeli’nin durumu fenadır. Anayasa’yı (Kanunu Esasi’yi) ilandan başka çare yoktur.” diyen Ferit Paşa’yı azlederek yerine daha sert icraatta bulunabilir düşüncesiyle Sait Paşa’yı Sadrazamlığa tayin etti.
Şemsi Paşa, İttihatçı suikastçı Teğmen Atıf tarafından öldürülünce, yerine Tatar Osman Paşa gönderildi. Tatar Osman Paşa, 22/23 Temmuz gecesi Manastır’da Niyazi ve Eyüp Sabri Beylerin adamları tarafından gece dağa kaldırıldı. Tatar Osman Paşa, kendisine bağlı kuvvetlerin içinden, karargâhından kaçırılmıştı.
İttihat ve Terakki, 23 Temmuz günü vatanın her köşesinden İstanbul’a telgraf yağdırmaya başladı. Özellikle Rumeli’den gönderilen telgraflar yağmur gibi Yıldız Sarayı’na geliyordu. Sultan Abdülhamit, bu telgrafları, gereği için Meclisi Vükelâ’ya (Bakanlar Kurulu’na) havale etti.
İttihat ve Terakki, plandan bir gün önce, 23 Temmuz günü, Manastır’da Meşrutiyeti ilân etti. İttihat ve Terakki, Manastır Valisi’ne Meşrutiyet’in ilanı için bir muhtıra verdi. Bunu da bir bildiriyle duyurdu. Saray’a çekilen bir telgrafla da durumu İstanbul’a bildirdiler. Manastır’ın bu girişimi Rumeli’nin her köşesinde duyuldu. Haberi alan şehirler Manastır’a katılmakta gecikmiyordu.
Hürriyet Kahramanı Niyazi Bey, 23 Temmuz günü savaşçılarının önünde, bando mızıka eşliğinde Manastır’a girdi. Manastır’da 21 pare top ateşiyle anayasa devrinin başladığı ilan edilmişti. Manastır Valisi Hıfzı Bey de, Manastır’daki gelişmeleri Padişah’a bildirdi.
Rumeli’den Saray’a gönderilen ve Sultan Abdülhamit’in de Bakanlar Kurulu’na gönderdiği telgraflar, Bakanlar Kurulu tarafından sabaha kadar görüşüldü. İkinci katip İzzet Paşa’nın Padişah’tan haber getirmesi ile sabaha karşı meşrutiyet kararını aldılar.
Padişah, Bakanlar Kurulu’ndaki gelişmeler konusunda kendisine haber getiren Tahsin Paşa’yı sonuna kadar dinledikten sonra uzun uzun yüzüne bakmış, adeta kendi kendisine söylenir gibi:
“Bu çocuklar ne istediklerini bilmiyorlar. Peşiman olacaklar...” demiş ve sonra da:
–“Hemen gidiniz. Sadrazam’a (elindeki üzerinde kabartma A.S. “Abdülhamid-i Sâni” sinyali olan parşömen bloknottan koparılarak yazılmış) şu ferman-ı alimizin müsvettesini veriniz, derhal tebyiz etsinler temize çeksinler ve arz etsinler...” emrini vermiş.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin işi oldu-bittiye getirmesi üzerine çaresiz kalan Padişah Abdülhamit 24 Temmuz günü Anayasa’yı yeniden yürürlüğe koyduğunu ilân etti. İstanbul, Meşrutiyet’in ilanını Makedonya’da olduğu gibi top sesleri ile değil, sabah gazetelerde yayınlanan kısa bir bildiriden öğrendi.
Makedonya Genel Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa, İttihat ve Terakki üyelerine “Tavsiye ederim hemen İstanbul’a gidiniz ve Padişah ile temas ediniz.” dedi.
Yıllardır Meclis’i kapatarak Meşrutiyet’i rafa kaldıran Sultan Abdülhamit, İttihat ve Terakki’nin girişimi sonunda birinci raundu kaybetti. Ama Hürriyet’i ilân ederek bir hamle yapan Abdülhamit, İttihat ve Terakki’nin hazırlıksız olduğunu anladı. Önceleri II. Abdülhamit’in varlığına dayanamayan İttihat ve Terakki, Hürriyet’in ilanı sırasında Abdülhamit’in padişahlığına itiraz etmedi. Abdülhamit de kendi düzenini İttihat ve Terakki düzeni içinde sürdürmeye devam etti.
Bu olay gösteriyordu ki, İttihatçılar, Meşrutiyet’e hazırlıksız yakalanmışlardı. Hâlbuki kahramanlığın ve fedakârlığın en büyüğünü göstererek ülkeyi hürriyete kavuşmuşlardı. Gerçekten 24 Temmuz önemli bir tarihtir. Ama içlerinde 25 Temmuz’da neler yapılacak diye düşünen olmamıştı. Düşünemediklerinin de farkında değillerdi. Bu sebeple İttihat ve Terakki idareye doğrudan doğruya el koyamadı. Padişah II. Abdülhamit’i de değiştirmediler. Hükümet değişti. İttihat ve Terakki hükümet olma yerine hükümeti kontrol etme yöntemini seçti. Bu sayede II. Abdülhamit’in yaşlı vezirlerinin biri geldi, diğeri gitti. Hükümet II. Abdülhamit’in ellerinde idi. İhtilâli yapanlar ise hükümette yoktu. Sadece kontrol ediyorlardı.

ZÜBEYDE HANIM

Meşrutiyet’in ilânından önce Meşrutiyet için canla başla çalışanlardan biri de Mustafa Kemal idi. Bir gün bu konuları annesiyle tartışmıştı. Mustafa Kemal bu olayı şöyle anlatmaktadır:
“Meşrutiyetin ilanından çok önce bir gece bizim evde arkadaşlarımla bir toplantı yaptık. Annem haberdar olup kapıdan bir süre bizi dinlemiş. Odama, yatmaya giderken yanıma geldi sordu:
-Çocuğum bir şeyi anlamak istiyorum. Sen ve senin arkadaşların yedi evliya gücündeki Padişah’a isyan mı ediyorsunuz?
-Evet anne!... Senin yedi evliya gücünde zannettiğin adam hiç bir güce sahip değildir. Biz burada toplanan insanlar, milleti bu acımasızlardan kurtarmak istiyoruz. Senin aklın buna ermeyebilir, yahut evladın olduğunu unutarak, gider evliyalara kavuşursun... sözleriyle annemin sorusunu cevapladım. O vakit aklını başına alıp dedi ki:
-Evlâdım, siz toysunuz. Mademki böyle işlerle uğraşıyorsunuz, beni haberdar et ve gizli şeylerin varsa bana ver. Çok dikkat etmelisiniz, başarı zordur, mahvolmayı daha tabiî kabul etmek gerekir. Ne yapayım tek erkek evladımsın, senin mahvolmanı düşünmek bile istemiyorum, bu çok gücüme gidiyor...
-Anne! Bu işler almış yürümüştür. Ben namuslu bir adam olarak bu işlerin içinde bulunmak zorunluluğundayım. Beni bundan yasaklar mısın?
-Hayır evladım, bir gün bu işler olduktan sonra seni namus ve haysiyet sahibi olanlarla görmezsem, işte o zaman meyus olurum. Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, senin de anladığın, gördüğün şeyleri yapmaktan yasaklamaya da kalkışmam, yalnız dikkat et, esas başarılı olmaktır başarılı olmaya çalışınız!...
O zamana kadar saf ve nezih çalışılıyordu. Ben herkesi öyle biliyordum. Kişisel gösterileri çirkin buldum. Bazı arkadaşların tutumlarını eleştirmeyi uygun bulup, eleştirmekten çekinmedim. Bu fenalıkları yok etmek için ilk düşündüğüm tedbir, ordunun siyasetten çekilme önerisidir....”

1908’DE OSMANLI SINIRLARI

İkinci Meşrutiyet ilân edildiği zaman Osmanlı Devleti altı bin kilometrekare civarında toprak üzerinde hüküm sürmekteydi.
İkinci Meşrutiyet ilân edildiği 1908’de Osmanlı’nın Avrupa-Asya-Afrika kıtalarındaki toplamı altı milyon kilometrekareye erişen toprakları, 29 Vilayat-ı Şahane ile 7 mutasarrıflığa bölünmüştü.
Vilayetler şunlardı: Edirne, Selânik, Yanya, Manastır, İşkodra, Kosova, Girit, On iki ada, Bursa, Aydın (İzmir), Ankara, Kastamonu, Trabzon, Sivas, Erzurum, Elazığ, Diyarbakır, Adana, Konya, Suriye, Beyrut, Trablusgarp, Bağdat, Musul, Van, Bitlis, Hicaz, Yemen, Basra.
Yedi Mutasarrıflık da şunlardı: Lübnan, Kudüs, Bingazi, Zor, İzmit, Çanakkale, Çatalca.
Ayrıca Mümtaz, yani idaresi ayrıcalı Eyalet’ler vardı. Fiilî idaremizde değildi. Fakat nazarî hükümdarlık sürüyordu: Mısır, Tunus, Bosna, Kıbrıs, Bulgaristan (Doğu Rumeli).
Bir de Sisam adası için özel statüko vardı: Bey’i Padişah tayin ediyordu.
1908’de fiilen Osmanlı idaresinde olan topraklarda bugün pek çok müstakil devlet var.
Hürriyet’in ilan edilmesiyle birlikte 25 Temmuz günü sansür ve hafiyelik kaldırıldı. Bir anda değişik yerlerde değişik dillerde gazete ve dergi yayınlanmaya başladı. Sadece İstanbul’da çıkanların sayısı 131’i buldu.

YENİ CEMİYETLER

Hürriyet ile beraber yeni cemiyetler de tek tek kurulmaya başladı.
29 Temmuz günü Osmanlı Uhuvvet (Kardeşlik) Cemiyeti kuruldu.
Beyoğlu’nda Odeon tiyatrosunda toplanan Osmanlı’nın çeşitli din-dil-ırk temsilcileri (ki aralarında Rum, Ermeniler, Musevi, Bulgar, Romen gibi) gayrı Müslimlerin yanı sıra (Arap, Arnavut gibi) Müslümanlar TÜRK tabirini kullanmadan aralarında Osmanlı Uhuvvet (Kardeşlik) Cemiyeti’ni kurdular.
Eyüp Sabri Bey o günleri şöyle anlatmaktadır:
İstanbul teşkilatımızdan aldığımız haberleri Selanik’te akşamları toplanıyor, değerlendiriyorduk. Bunları evvelâ Ömer Naci okuyor, düşüncelerini not ediyor, üzerinde görüşüyor, kararlarımızı İstanbul’a bildiriyorduk.
29 Temmuz 1908 tarihini taşıyan “rapor”da Beyoğlu’nda Odeon tiyatrosundaki bir toplantıda muhtelif Osmanlı kavimleri arasında birlik ve yakınlık temin etmek üzere Osmanlı Uhuvvet (Kardeşlik) Cemiyeti’nin kurulduğu haberi de vardı. Ömer Naci haberin bitiminde şu notu düşmüştü:
“Hayret... Osmanlı terkibi içinde esas olan TÜRK MEVCUDİYETİ’dir. Diğerleri Türk’ün vatanında, kanunlarla tayin edilmiş haklarla yaşayan unsurlardır. Bunların bu güne kadar varlıkları Türk’ün insani hisleri ile payidar olabilmiştir. Asırlardır hükmünü icra eden bir hakikati cemiyetleştirmeye kalkışmanın sebep ve hikmetini anlamak mümkün değil...”
Ömer Naci’nin sebep ve hikmetini kavradığı hazırlık, kısa zaman sonra maskesini çıkardı: Bu cemiyeti kuranlar, kendi ırklarının dillerini Türkçe ile beraber devlet hayatında ikinci, üçüncü, dördüncü dil olarak kullandırmak istediler. Daha sonra muhtariyet (otonomi) ve belki bir müddet sonra da özel bayrak gelecekti.
11 Ağustos günü ise Tokatlı Mustafa Sabri Efendi “Cemiyet-i İttihadiye-i İlmiyye”yi kurdu. Tokatlı Mustafa Sabri Efendi, Fatih ders verme görevlisidir. Daha sonra Hürriyet ve İtilâf Partisi saflarında siyasete girmiştir. İstiklâl Savaşı günlerinde Damat Ferit Paşa’nın Şeyhülislâm’ı olarak Milli Mücadele öncülerinin idamlarına karar veren kişidir.
14 Eylül’de Osmanlı Ahrar (Hür) Partisi kuruldu.
Partinin yayın organı Terakki gazetesi Prens Sabahattin tarafında yönetiliyordu. Bu durum Prens’in Ahrar Partisi’nin kurucusu olduğu izlenimini de vermekteydi. Parti programının ona yaklaşımını, liberal ekonomi doğrultusundaydı. Ahrar Partisi’ne göre ekonomide kışla ve memurluk zihniyetine son verilmesi gerekiyordu. Böylece ülkede özel mülkiyetin pekişeceği liberal bir iş ortamı kurulabilecekti.
24 Eylül’de ise Arnavut “Başkın Kulübü” İstanbul’da kuruldu.
09 Kasım’da Cemiyet-i İlmiye-i Naciye Cemiyeti kuruldu. Beyannamesinde şeriat yolundan ayrılınmaması istendi.

İTTİHATÇILAR İSTANBUL’DA

İttihat ve Terakki ileri gelenleri Genel Müfettiş Hüseyin Hüsnü Paşa’nın tavsiyesine uyarak İstanbul’a geldiler. 03 Ağustos günü Padişah’ı ziyaret ettiler. Padişah II. Abdülhamit önce Talât Bey’i tek başına kabul etti.
Talat Bey ziyaretini şöyle anlatır:
Padişah, huzuruna girdiğimde ayakta idi.
Amir bir tavırla “oturunuz” dedi ve hemen konuya girdi:
“Sizin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tabii reisi olduğunuz ve arkadaşlarınız üzerinde müessir bulunduğunuz biliniyor. Buna dayanarak, size şahsen bir endişemi açıklamak istedim. Bu öyle büyük bir tehlikedir ki, Tanrı korusun tahakkuku halinde memleket mahvolur ve böyle azîm gaflet ve hatta kötülük edenler de dünya durdukça rezil ve adları kötüye çıkar.
Tercih edilen nizama göre yüce devletimizde din, ırk, dil ve milliyeti ne olursa olsun belli bir yaşa gelmiş erkek nüfus seçime iştirak edecek ve ikinci seçmenleri seçerek, bunlar da Mebusları seçeceklerdir. 1876 Kanunu Esasi’sinde, seçilecek üyenin yarısının seçilmesi Padişah hakkı idi. Şimdi böyle denge unsuru dahi yoktur. Türk Milleti soyunun erkek nüfusu, savaşlar, ayaklanmalar sebebi ile devlet topraklarını korumak için azalmakta, asker olmayan Hristiyan, Musevi ve diğer tebaa çoğalmaktadır. Şimdi bir gün gelir de, Meclisi Mebusan’da Hıristiyan ve Gayr-ı Türk ve Müslim mebus sayısı daha çok olursa ve bu terkibdeki Mebusan Meclisi’nde Sadrıâzam da ekseriyetten olacağına göre, Türk olmayan Sadrazam’ın kabinesinde Harbiye Nazırı Ermeni Artin, Bahriye Nazırı Rum Dimitri mi olacaktır?
Sadrazamı tayin Padişah hakkı ise de, kabinenin güven veya güvensizlik oyu alması, Meclis çoğunluğunun oyu ile olduğuna göre ve Sadrazam da kabinesini kendi tercih ve uygun bulduğu kimselerden teşkil edeceğine göre vaziyet nasıl olacaktır?
Bunu hiç düşündünüz mü?”
Ben yetkili bir hukukçu değilim. Fakat içimizde hukuk hocaları vardı. Hiç birisinden Padişah’ın adeta bir nefeste ortaya koyduğu ve ilk anda cidden dehşet verecek tabloyu çizen açıklamayı dinlememiştim.
Fakat ben Makedonya’nın bağrından geliyordum: Yani, muhtelif din, dil, ırk, milliyetlerin kaynaştığı yerlerden. Buraları, Osmanlı Devletimizin sınırları içindeki terkibin bir bölümü idi. Öteki mıntıkalarda da Türklük için aynı tehlikeler mevcuttu....
Sadaret makamına layık görülen hiç bir ferdin, memleketin bu kadar hayatî ve müdafaası ile alâkası bahiste Türk’ten gayrisine itimat edemeyeceği cevabını verdim.
“Memnun oldum...” dedi. Bu kabulün son bulduğunu anlatan huzurdan çıkma müsaadesi idi. Son cümlesi şu oldu:
“Vaziyeti aranızda görüşünüz ve bu tehlikeye karşı şahıslarla bağlı olmayan çare bulunuz...”
Mevzu o kadar hayatî ve Padişah’ın dediği gibi şahısların eline bırakılmayacak çapta idi ki, nasıl olup ta bizim hatırımıza gelmemiş bulunmasının da hissi içinde arkadaşlara anlattım. İlk cevabı veren Cavit oldu:
“Sultan Hamit’in aklı şimdi mi başına gelmiş? Hazine-i Hassa Nazırları kimler? Darphane Nâzırları kimler? Memleket ticaret, ziraat iktisadiyatı kimlerin elinde? Mesele sadece Harbiye Nazırı, Bahriye Nazırı konusu mu?” Mithat Paşa: “Türk ve Müslüman olmayanlardan asker alalım. Biz Anadolu çocuklarını dört bir tarafta eritiyoruz. Bunlar çoğalıyor, zengin, müreffeh, servet ve ilim sahibi oluyorlar. Böyle giderse çok yerde ekalliyette kalacağız. Üstelik onlar ilerleyecek, biz gerileyeceğiz.” dediği zaman: “Ordu ancak bizden olur, bu hâkimiyet tecellisidir” diyen “Cevat Paşa’nın fikrini tercih eden aynı Sultan Hamit’ti. Resmi vesikalar meydanda...” dedi.
İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Talat, Cemal, Hakkı ve Cavit Beyler aynı gün Sadrazam Sait Paşa’yı ziyaret ettiler.
Talat Bey görüşmeyi şöyle anlatır:
Hayatımda ilk defa bir Sadrazam’ın huzuruna giriyordum. Osmanlı veziri o tarihte yetmiş yaşında idi. Bizim hiç birimiz onun yaşının yarısını aşmış değildik.
.......
Sadrazam evvelâ bizi tebrik etti ve:
“Bu neticede daha evvel tahakkuk edebilirdi. Fakat fikrimi kabul ettirebilme imkanı bulamadım.” dedi.
.......
Bir anda sordu:
“Mebus seçiminde illerde adaylar ilân edecek misiniz?”
Soru doğrudan bana yöneltilmişti, zaten ekseriye bana hitap ediyor, hâl ve tavrıyla benim cevap vermemi istiyordu. Diğer iki arkadaşım Cemal ve Hakkı Beyler askerdi.
........
Sait Paşa, vereceğim cevabın önemini bilmenin hassasiyeti içinde adeta ağzıma bakıyordu:
“Osmanlı Devleti’nin neresinde olursa olsun, vatana hürriyet içinde hizmet edecek şahsiyetlerin cemiyetimizin çatısı altında toplanacaklarına itimadımız tamdır. İstibdadın imkân vermediği cemiyet hayatı bundan sonra açıkça olacağından, teşkilatımız kanunun himayesinde faaliyetine devam edecektir.”
Sait Paşa’ya arzumuzun “Mümkün olduğu kadar kısa zamanda seçimin yapılması” olduğunu söyledik.
Sadrazam’ın yanında dört saat kalmıştık. Akşam Sultan Hamit, heyetimizden iki kişiyi kabul edecekti. Beni ve Cemal Bey’i... kabulden sonra tekrar buluşmaya karar verdik...
Baş başa kaldığımızda Cavit üzüntülü ses tonu ile:
-“Gördünüz ya... Sait Paşa fırsatını bulsa oturup kendisine altı defa memleketin idaresini emanet edecek kadar yakınlık gösteren Padişah’ı bize şikâyet edecek... aman ne olursak olalım fakat bu hale düşmeyelim.” dedi. Ben de bütün kalbimle aynı temenni içinde idim.

ABDÜLHAMİT: “REİSİNİZ BENİM”

Padişah Sultan Abdülhamit Talat ve Cemal Bey’i Yıldız Sarayı’na kabul etti.
Bu daveti Talat Bey şöyle anlatmaktadır:
Padişah’ın bakışlarında nefret, hiddet, kin ve saire alâmetleri yoktu.
Maziye ait tek kelime kullanmadı.
Şu sözler aynen kendisinindir:
-“Bütün millet efradı, Terakki ve İttihat Cemiyeti üyesindendir. Ben de Reisleriyim. Artık birlikte çalışalım, vatanımızı ihya edelim, düşmanlarımızı halimize güldürmeyelim.”
Cemal Paşa ile adeta donmuş kalmıştık...
Makedonya ahvaliî üzerine bizden açıklama aldı. Askerî konulardaki sorularını Cemal Bey’e yöneltiyordu. Bir soru sordu ki, beş sene sonra, Balkan Savaşı’nın sonu geldiğinde bu soru ile neyi kastettiğini anladım:
“Bulgar, Sırp, Yunan, Karadağ, çetelerinin mahalli ve bölge faaliyetlerini bırakarak bize karşı bir ve birleşik cephe teşkil edebileceklerine ihtimal veriyor musunuz?”
Cemal Bey bunun kolaylıkla mümkün olmadığını, çünkü aralarında bölgeye kendi nam ve hesaplarına hâkim olabilme mücadelesinin devam ettiğini söyledi. Onun açıklaması tamamlanınca bana (Talat Bey) baktı, ben de aynı şeyleri tekrar etmekle beraber:
“Böyle bir ihtimal halen mevcut değildir. Fakat kullarının kanaatince muhataplarımızı böyle bir ümide sevk edecek bizim hareket tarzı ve tahsisle sahip olduğumuz kudret ve kuvvettir.” dedim
Sultan Hamit onaylayan bir edâ ile başını salladı.
Ne yazık ki, bu basireti gösteremeyecektik ve bizim İttihat ve Terakki olarak mani olamayacağımız ve olamadığımız olaylarla meydana gelecek boşluk, o ana kadar aralarında anlaşmazlık olanları aynı safa getirecek ve hep beraber üzerimize çullanacaklardır.
Ağustos ayında ise Meşrutiyet’in verdiği serbestlikle birlikte grevler başladı. Sayı olarak çok olmasa da bir grev dalgası kendini gösterdi. Bu grevler, 1908 grevleri diye anıldı. Selanik’teki Alatini un fabrikasının işçilerinden, İzmir-Aydın demiryolu, Anadolu Demiryolu ve tramvay şirketi işçilerine kadar yaklaşık otuz işyerinin işçileri katıldı.
İttihat ve Terakki ile yaptığı görüşmeden bir gün sonra Sadrazam Sait Paşa istifa etti.
Eyüp Sabri Bey, o günleri şöyle anlatır:
Sadrazam Sait Paşa Anayasa’ya sadık kalarak Harbiye (Savaş) ve Bahriye Nâzırları (Deniz Bakanları’nı kendisi tayin etti. Yine Anayasa gereğince Sadrazam ile Şeyhülislam’ı tayin etmekle mükellef olan Padişah, Harbiye ve Bahriye Nazırları’nı da tayin etmeye kalkışmıştı. Sadrazam Sait Paşa bunu Anayasa’yı ihlal manasına saydı ve istifa etti.

MEŞRUTİYET HÜKÜMETİ

Sadrazamlığa 05 Ağustos günü Kâmil Paşa getirildi. Kâmil Paşa, yeni ortamda seçilen ilk Sadrazam’dı. Hâlbuki Abdülhamit, bir
İttihatçıyı seçmeliydi. İttihatçılar da bunun farkında değildi.
Kâmil Paşa, “üçüncü” defa Sadaret makamına geldi; Sultan Hamit’in kadrosunun yaşlı vezirlerinden biri gidiyor, biri geliyordu. İttihat ve Terakki ise seyrediyordu.
Başta, Hükümet Başkanı Kâmil Paşa olmak üzere, kabineyi teşkil eden bütün üyeler ayrı ayrı dirayetli ve tecrübeli kimseler olabilirdi. Fakat henüz yarıda kalmış olan ihtilâli bunlar mı tamamlayacaklar, otuz üç yıl memleketi istibdat ile idare eden Sultan Hamit’i demokrasiye bunlar mı zorlayacaklardı?
O gün Fethi de bizimle beraberdi. “Asır” gazetesinde çıkan hükümet listesini görmüş, üzülmüştük.
Mustafa Kemal:
-“Bunlar mı, demişti, bunlar mı, bu kabine mi uğrunda bu kadar yıldır mücadele ettiğimiz Meşrutiyet İnkılâbını tamamlayacaklar?”
İttihat ve Terakki adına Talat, Cemal ve Bahattin Şakir Beyler 21 Ağustos 1908 tarihinde Taşnaksutyun İhtilalci Ermenistan Cemiyeti adına Malumyan ve Şahrikyan Beylerle anlaşma imzaladılar.
İttihat ve Terakki iktidar olamadıkları halde, iktidara gelebilmek için Ermeni ihtilâl teşkilâtıyla işbirliği yapıyordu.
Bu olaylar gelişirken, Mustafa Kemal sorumsuz gidişattan huzursuz olmuştu. Mustafa Kemal keskin diliyle eleştirilerini orta yerde söylemeye başlamıştı. Bu eleştiriler İttihat ve Terakki ileri gelenlerinin kulağına kadar gidiyor ve onları rahatsız ediyordu. Onun için “.. ileriye gidiyor” demeye başladılar.
Bu olayların gelişmesini Ali Fuat (Cebesoy) şöyle anlatmaktadır:
“Meşrutiyetin ilânı üzerine hürriyeti sağlamakta az veya çok gayret göstermiş olan subaylar, kendilerini birden bire politika içine yuvarlanmış buldular. ...
.. Ne İttihat ve Terakki Cemiyeti subaylara ve ne de subaylar Cemiyet’e söz geçiremez oldular. Genel Merkez inisiyatifi kaybetti. Çünkü ne bir programı ve ne de o programı uygulayacak lideri vardı. Talat Bey bir gün bize:
-Vallahi, ben de şaşırdım kaldım. Suyun durulmasını bekliyoruz.
Demişti. Olaylardan en ziyade müteessir olan Mustafa Kemal’di. İhtilalden önce yaptığı uyarmaların hiçbir etki yaratmamış olduğunu görmüş, teessürü büsbütün artmıştı.
Diyordu ki:
-Ordu muhakkak ve derhal siyasetten çekilmelidir. Aksi takdirde, bir kudret olmak vasfını kaybedecektir. Bu ise memleket için bir felâket olacaktır.
...İttihat ileri gelenleri ve bilhassa hürriyetten sonra yıldızı birdenbire parlayarak, adı bütün memlekete yayılan Enver, bu tenkitlerden hiç memnun kalmıyordu. Bir gün Binbaşı Hafız Hakkı’ya:
-Mustafa Kemal fazla ileriye gidiyor.
Demiş ve buna bir çare düşünülmesini teklif etmişti.”
Tanınmış Arap şahsiyetleri Uhuvvet-i Arabiye-i Osmaniye (Osmanlı Arap Kardeşliği) Cemiyeti kurmak için 02 Eylül’de toplandılar.
Cemiyet bize yardımcı olma gayesiyle kuruluyordu. Bize, yani İttihat ve Terakki’ye... Osmanlı mülkü içinde olup, daha çok Arap ırkından vatandaşlarımızın yaşadığı mıntıkada ayrı bir cemiyet kurulmasını neden ihtiyaç görülmüştü? Adı Uhuvvet-i Arabiye-i Osmaniye idi. Osmanlı Arap Kardeşliği...
Araplar ve diğerleri, Osmanlı tabiri içinde kaynaştığına göre, Arap olarak ayrılık ifade eden bu hareketin manasını başlangıçta kavrayamadık ve hatta pek ehemmiyet vermedik. Zaten cemiyet olarak da yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu.
Teşebbüsün mahiyetini, Fransızca Le Temps gazetesindeki “İstanbul Mektubu”nda okuyan Dr. Bahattin Şakir çözdü: Yazıda hareketin başında Paris’te olan Halil Ganem’in bulunduğu kaydediliyordu. Bu zat, ismine rağmen Lübnanlı bir Katolik’ti. ... Aslında hareketin müstakil Arap devletlerini hedef aldığını, Dünya Savaşı içinde iç yüzüyle öğrenecektik.
Arapları, Arnavutların Başkım Cemiyetleri’nin kuruluşu takip etti.
Hepsi de Meşrutiyet’in icabı Kanunuesasi’nin tanıdığı hakların tatbikatı olarak görülüyordu.
Seçimlere bu hava içinde gidiliyordu.

MUSTAFA KEMAL ELEŞTİRİYOR

Mustafa Kemal İttihat ve Terakki kadrolarını çok ağır şekilde eleştirmeye devam ediyordu. Onlar bu eleştirilere cevap veremiyorlar, doğruyu bulamıyorlar, işin içinden de çıkamıyorlardı. Öyleyse Mustafa Kemal susturulmalıydı. Bunun için Mustafa Kemal’in eleştirilerden vazgeçmesi için, yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) Bey’i aracı olarak gönderdiler.
Bu olayı Ali Fuat Bey şöyle anlatmaktadır:
Bir akşam, Mustafa Kemal, Ali Fethi, Nuri (Conker), ben ve diğer bazı arkadaşlar, Hürriyet Meydanı’ndaki gazinolardan birinde oturmuş, yeni hâsıl olan durumu konuşuyorduk. İçimizde çok genç ve ateşli subaylar da vardı. Mustafa Kemal, askerlerin orduya dönmesini ve politika ile olan ilişkilerini derhal kesmesini ısrarla ileri sürüyor, İttihatçı liderleri tenkit ediyordu.
İttihatçı subaylardan biri:
-Hürriyet madem ki bizim eserimizdir, o halde bunun muhafazası da bize düşer.
Diye ortaya bir şey attı. Diğer bir arkadaş kendini destekledi:
-Ne Sultan Hamit’e ve ne de onun kurt vezirlerine itimat caiz değildir. Yarın nasıl davranacaklarını bugünden kestirmeğe imkân yoktur. Muhafaza görevini biz yapacağız.
Bu sözlerde belki hakikat payı vardı. Hükümet, istibdat devrinin şöhretli vezirlerinden kurulmuştu. Köprübaşlarında hâlâ o devrin yüksek rütbeli adamları vardı. ... Mustafa Kemal, politikaya girmiş bir ordunun savaş kabiliyetlerini kaybedeceğini misaller vererek ispatlıyor, Nuri ve ben zaman zaman söz alarak kendisini destekliyorduk. Bir şey dikkatimi çekti. Ali Fethi daima susuyor, söze karışmıyor, lehte ve aleyhte bir şey söylemiyordu.
Başka bir arkadaş şöyle bir soru sordu:
-“Mustafa Kemal Bey, belki doğru söylüyorsunuz. Hürriyeti baltalamak isterlerse, ne yaparsınız?”
Mustafa Kemal, elini şiddetle masaya vurdu:
-“Bak, o zaman başka, cepheye gider gibi üzerlerine giderim.”
Gazinodan geç saatlerde çıktık. Fethi dedi ki:
-“Haydi çocuklar, biraz da Yonyo’ya uğrayalım.”
Yonyo subaylarla dolu idi. Hepsi de yüksek sesle konuşuyordu.
Mustafa Kemal, Ali Fethi, Nuri ve ben köşede bir masaya oturduk. Aynı konuya, fakat biz bize tekrar daldık. Fethi ilk defa burada konuştu. Mustafa Kemal’in fikirlerini kabul etmek ve ona hak vermekle beraber, şiddetli tenkitlerden şimdilik sarfınazar etmesini söyledi.
-“Arkadaşlar iyi karşılamıyor.”
Dedi. Mesele anlaşılmıştı. Genel Merkez, Mustafa Kemal’i tenkitlerden vazgeçirmek için yakın arkadaşı Fethi’yi memur etmişti.
Mustafa Kemal üzüldü.
-“Bunu senden beklemiyordum.”
Cevabını verdi.
O akşam, Mustafa Kemal’in evinde misafir kaldım. Hiç unutmam, o gece bana:
-“Fuat, dedi. Memleket, meçhul bir akıbete doğru sürükleniyor.”
Mustafa Kemal ile ileride toplanması kararlaştırılan kongreye kadar hazırlanmak üzere politika ile ilgimizi kestik. Hemen askeri görevlerimize döndük.

BULGARİSTAN

12 Eylül 1908’de Padişah Sultan Hamit’in 66’ncı yaş günü kutlamaları yapıldı. Törene davet edilmeyen Bulgaristan maslahatgüzarı Geşof İstanbul’u terk etti. Yemeğe büyükelçiler çağrılıyordu. O tarihte Bulgaristan Osmanlı Devleti’ne bağlı idi. Bu gibi temsilciler Kapu Kâhyası unvanıyla anılıyorlardı. Açıkgöz Geşof bunu bir fırsat bilerek sesini yükseltti. Cuma günü İstanbul’u terk ederek, Cumartesi günkü ziyafet saatinde Sofya’ya ulaşmıştı. Daha sonra Bulgaristan Cumhurbaşkanı olan Geşof’un niyeti başkaydı. Bulgaristan’ın bağımsızlığı için zemin hazırlamak.
05 Ekim’de beklenen ses sadece Bulgaristan’dan gelmedi. Önce Avusturya–Macaristan İmparatorluğu’ndan, sonra Bulgaristan’dan geldi. Avusturya tek taraflı bir kararla Bosna-Hersek’i topraklarına kattı.

BİRİNCİ İTTİHAT VE TERAKKİ KONGRESİ

Birinci İttihat ve Terakki Cemiyeti Kongresi 20 Ekim 1908 tarihinde Selanik’te yapıldı.
İttihat ve Terakki’nin lider konumundaki Talat Bey, kongreyi şöyle anlatır:
20 Ekim’de başlayan kongremiz 08 Kasım’a kadar devam etti. Asıl konumuz seçimlerdi. Çok yerlerden gelen haberler, bu safhaya kadar kayıtsız şartsız bizimle olduklarını her vesile ile tekrar eden Balkanlı mihrakların, kendi adlarına harekete geçtiklerini anlatıyordu. Makedonya’da vaziyet çok değişmişti. Meşrutiyet’in ilanına kadar bizimle kader birliği halinde olduklarını izhar için fırsat kollayanlar, ortada aşılması imkânsız barikatlar varmışçasına kendi köşelerinde idiler. Hattâ kendi aralarındaki manileri aşıp yıkarak, anlaşma ve birleşme yolları arama halinde ... Sanki göze görünmez bir kuvvet, aralarındaki engelleri kaldırmış ve bunları onlarla bizim aramıza geçit vermez duvar yapmıştı.
Ömer Naci başını esefle sallıyor:
“Ben size söylemiştim!..” diyordu.
Hakikaten söylemişti.
Bu kongrenin kararları 13 maddelik bir belge ile kamuoyuna duyurulmuştur. Bunun dışında 21 maddeden oluşan bir siyasi programın en önemli bölümleri, Anayasa da yapılması gerekli değişiklikler konusuna açıklık getirmesidir. Bunların arasında milletvekillerinin kanun teklif etme, seçme hakkının belirli bir servete bağlı olmaksızın herkese tanınması, gayrimüslimlerin de askere alınması önde gelen konulardır. Siyasi programda eğitim konusuna da ağırlıklı bir yer verilmiş ve bütün okullarda devletin denetimi ilkesi kabul edilmiştir. Programın ekonomik bölümleri zayıftır. Yalnız bu programda çiftçiyi toprak sahibi yapmak ilk defa Türkiye’de gündeme getirilmiştir.
İttihat ve Terakki Kongresi sona erdiği 08 Kasım günü Sultan Hamit’in tahtının ve hayatının, Cemiyet’in teminatı olduğu kararı alındı.
08 Kasım 1908’e kadar süren İttihat ve Terakki Kongresi’nde; Anayasa’ya sadakat ve Meşrutiyet rejimine bağlılığını bildiren Sultan Hamit’in tahtının ve hayatının Cemiyet’in teminatı olması kararı alındı. Ve bu kararın fiili teminatı olarak da Üçüncü Ordu Avcı Taburları Selanik’ten deniz yolu ile İstanbul’a getirilerek Taşkışla’ya yerleştirildi. Taşkışla’da bulunan Arap Zuhaf askerleri karşı koymaları kırılarak Cidde’ye gönderildi.
16 Kasım’da Hasan Fehmi Bey’in Serbestî gazetesi yayınlanmaya başladı.

SEÇİMLER YAPILDI

18 Kasım 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet’in ilk Mebuslar Meclisi seçimlerine başlandı.
İkinci seçmenler sistemi ile yapılan seçimler, genellikle sükûn içinde geçti. Rum-Ermeni-Bulgar olan Hristiyanlarla, Arap ve Arnavut olan Müslüman beldelerde adaylar, ya İttihat ve Terakki listelerinde idiler, ya da etnik kuruluşların, hatta Rum ve Ermeniler de Kilise’nin adayları idiler.
Derviş Vahdeti’nin çıkardığı Volkan gazetesi 11 Aralık’ta yayınlanmaya başlandı. Kıbrıslı Derviş Mehmet Vahdeti tercih ettiği Fransızca adıyla Volkan gazetesini çıkarmaya başladı. Hayrettir ki, din elden gidiyor feryatları arsında hiç kimse gazetesini niçin bu Fransızca kelimeyi ad yaptığını sormadı? Derveşi Vahdeti bu gazetesiyle irticanın ateşleyicisi olmuştur.
Meşrutiyet ortamının getirdiği en güzel sonuç seçimlerin yapılmasıdır. Ama yapılan seçimlerin sonuçları alınıp da Meclis’in yapısı ortaya çıkınca II. Abdülhamit’in sözlerini hatırlamamak imkânsızdı.
Hürriyet kahramanı Eyüp Sabri Bey şöyle anlatmaktadır:
“...Seçimler mutlak sükûn içinde yapılmıştı. İttihat ve Terakki adayları çoğunlukla kazanmışlardı, fakat ortaya çıkan “terkip” neydi?
Dehşet içinde kaldık...
Rus Sefareti Baştercümanı Mandeistam’a göre 275 mebusluktan aralarında milliyeti şüpheli olan on dört de Türk hanesine konulması ile Türk mebus sayısı 142 idi. Buna karşı 20 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 14 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp, 1 Ulah (Romen) vardı. Daha esaslı tetkik yapılmış olan Romen tarih profesörü Yorga’ya göre ancak 107 Türk’e karşı 45 Arap, 27 Rum, 22 Arnavut, 10 Ermeni, 5 Bulgar, 4 Sırp, 3 Yahudi, 2 Kürt, birer de Ulah (Romen), Dürzî, Marunî olmak üzere Türk’ten gayri olanların sayısı 121 idi.”
Ord. Prof. Enver Ziya Karal ise bu dağılımı şöyle tanımlamaktadır: “Mebusların din ve mezhep yönünden sıralanmalarına gelince durum şöyle idi: Müslüman mebuslar 200, Müslüman olmayanlar 40 kadardı. Müslüman mebusların 150’si Türk, Arnavut ve Kürt, 50’si ise Arapça konuşan memleketlerdendi. Müslüman olmayanlar arasında da 18 Rum, 12 Ermeni, 4 Bulgar, 2 Sırp, 3 Yahudi, 1 de Ulah vardı.”
Yeni seçilen Osmanlı Mebusan Meclisi ilk toplantısını 17 Aralık 1908 Perşembe günü yaptı. Meclis, Padişah’ın nutkuyla açıldı. Nutku Mabeyn Başkâtibi Ali Cevat Bey okudu. Açış nutkunun son cümlesi şöyle idi: “İnşallah Meclisi Mebusan’ımız devlet ve milletimize hayırlı işler görür de vatanımız saadete nail olur!”
İttihat ve Terakki Partisi, seçimler sonucunda Ermeni ve Bulgar mebuslarla birleşerek Meclis’te çoğunluğu sağlamasına rağmen, iktidarda değildi. İktidarı ele almak, hükümeti değiştirmek aklına gelmemişti. Yaptıkları sadece Sadrazam ile uğraşmak oldu. Kâmil Paşa da İttihat ve Terakki’yi hedef alarak aşağılayıcı tutumlara girişti. Böylece uğruna yıllardır çaba gösterilen, can verilen hürriyet mücadelesi bu küçük işler için yapılmış oluyordu. Mustafa Kemal hazır değilsiniz, programınız yok, olsa bile bunu uygulayacak lideriniz nerede diye eleştirdiği zaman O’na kızıyorlardı.

MUSTAFA KEMAL TRABLUSGARP’TA

İşte bu günlerde, Mustafa Kemal, arkadaşı Ali Fuat Bey’e gönderdiği mektupta, Cemiyet’in kendisini Trablusgarp’a göndermek istediğini bildirdi.
Mektubu ve Mustafa Kemal’in Trablus görevini Ali Fuat (Cebesoy) şöyle anlatmaktadır:
“1908 yılı sonlarına doğru Mustafa Kemal’den bir mektup aldım. Genel Merkez’in kendisine görevli olarak Trablusgarp’a göndermek istediğini yazıyor, tafsilat veriyordu. Demek, İttihatçı liderler, nihayet geçici de olsa, O’nu Selanik’ten uzaklaştırmak çaresini bulmuşlardı. Enver ağır basmıştı.
Sonradan bu beklenmeyen Trablusgarp seyahatinin hikâyesini Mustafa Kemal’den dinlemiştim.
Trablusgarp Vali ve Kumandanı Recep Paşa, Harbiye Nazırı olarak İstanbul’a gelmişti. Bundan sonra Trablus’ta ayaklanmalar olduğu söyleniyordu. Talat Bey İstanbul’dan bir mektup yazarak, Mustafa Kemal’den isyan bölgesine gitmesini rica etmiş. İstanbul’daki diğer arkadaşların da aynı ricayı tekrarladıklarını bildirmişti. Ayrıca geniş ölçüde mühürlü, imzalı bir de selahiyetname gönderilmişti.
O tarihlerde Genel Merkez toplantıları çoğunlukla geceleri yapılırdı. Fakat o gün gündüz toplanmışlar, Mustafa Kemal’in Trablus’a gitmesi kararını vermişlerdi. Demek ki, Talât’ın yazdığı mektuptan Genel Merkez üyelerinin de haberi vardı. Mustafa Kemal, toplantılara başkanlık eden Hacı Adil Bey’i buldu. Bu tayinin sebeplerini sordu. Hacı Adil Bey, böyle bir soru beklediği için hazırlıklı idi. Cemiyet’in Mustafa Kemal’e itimadı vardı. Bu işin ancak onun tarafından düzeltilebileceği kanaatinde idi.
Mustafa Kemal bir vapura atlayarak Trablusgarp’a gitti. Tugay Komutanı İbrahim Paşa’yı buldu. Kendisiyle beraber çalışmasını istedi. Paşa, asker olduğunu ve politikaya karışamayacağı cevabını verdi.
Recep Paşa’nın konağına yerleşen Mustafa Kemal, durumu şöyle görmüştü: Birkaç derebeyi ve şeyh taraftarlarına dayanarak halka tahakküm ediyorlar, devlet memurlarını da bu işte kullanıyorlardı. Fakat meşrutiyetin ilânından sonra meşru olmayan kazançlarının elden gitmesinden endişe ederek, yeni idareye karşı cephe almışlardı. Arap aşiretlerini isyan ettirmişler, yeni rejime taraftar olanları, zorla vapurlara bindirerek memleketten kovmuşlardı.
Belediye Reisi Hasûne Paşa ile polis müdürü de el altından bunlara yardım ediyorlardı.
Derebeyleri, Mustafa Kemal’in Trablus’a gelmesini iyi karşılamadılar. Şehri basıp Mustafa Kemal’i yakalamaya ve bir vapura koyarak gerisin geriye Selânik’e göndermeye, eğer bir silahlı çatışma olursa, öldürmeye karar verdiler.
Mustafa Kemal der ki:
-“Arkadaşların beni ne için Trablusgarp’a göndermiş olduklarını o zaman daha iyi anladım ve tedbirlerimi de ona göre derhal aldım.”
Mustafa Kemal, süratle harekete geçti ve isyanı bastırdı. Devlet otoritesini hakim kıldı. Bana Trablus’tan Roma’ya yazdığı mektupta, işlerin düzeldiğini, birkaç güne kadar Makedonya’ya döneceğini bildiriyordu.

MECLİSİ MEBUSAN AÇILDI

Meclisi Mebusan 23 Aralık günü yaptığı toplantısında Başkanlık Divanı seçimleri yapıldı. Başkanlığa Ahmet Rıza Bey 205 oyla, Birinci Başkan Vekilliğine Edirne Mebusu Mehmet Talat Bey 116 oyla, İkinci Başkan Vekilliğine İzmir Mebusu Yuvanides Aristidi Paşa seçildi.
1909 yılı bayramla geldi. Sadece bayramla değil, büyük bir protestoyla da geldi. 03 Ocak 1909 Pazar günü Kurban Bayramı dolayısıyla Yıldız Sarayı’ndaki tebriklerde Harbiye öğrencileri Padişah’ın ikram ettikleri çayı içmediler. Üniversite öğrencileri de içinde bulunulan şartlar altında Kurban Bayramı’nın kutlanmasını, Padişah’ın ziyafetine katılan mebusların hareketini protesto ettiler.
Çünkü Girit adası ile Bosna-Hersek kaybedilmiş, Bulgaristan topraklarında nüfusun yarısından çoğunun Türk ve Müslüman olmasına rağmen hiç bir ciddi tedbir alınmadan bağımsızlığını ilân etmesini devlet içinde felâket sayıyorlardı. Üniversiteli öğrenciler bu ortamda Kurban Bayramı’nın kutlanmasını ve ziyafet verilmesini benimsemedikleri için protestoda bulundular. 1909 yılı iyi başlamadı. Nasıl başlarsan öyle gidersin, derler ya... 1909 yılı böyle oldu. Başladığı gibi devam etti.
Mustafa Kemal, 1909 Ocak ayı içinde Trablusgarp’taki isyanı bastırdıktan sonra Selânik’e döndü. Bundan bahsederken der ki:
-“Derhal cemiyete uğradım. Arkadaşlar toplantı halinde idiler. Heyetin yüzlerine baktım ve işte geldim, dedim. Utanan bazı azalar, başlarını önlerine indirdiler.”
Meşrutiyet sonrasında kurulan dernekler arasına bir yenisi eklendi: Türk Derneği. Türk Derneği 06 Ocak 1909 tarihinde kuruldu. Türk milliyetçiliğini esas alarak kurulmuş, bu hareket için merkez görevi görmüş kuruluşların ilki Türk Derneği’dir. Diğerleri Ermeni, Arap, Arnavut gibi milletlerin bağımsızlık amacını güden dernekler olarak çalışırken, Osmanlı veya İslâm birliği düşüncesinden ayrılıp ilk defa sadece Türk gerçeğini ortaya koyan bir dernek kurulmuş oldu.
Türk Derneği’ni kurma teklifi Yusuf Akçura’dan gelmiş, Necip Asım ve Veled Çelebi’nin katıldıkları, Mülkiye Mektebi Müdürü Celal Bey’in odasında yapılan bir toplantıda kuruluş kararlaştırılmıştı.

KÂMİL PAŞA VE İTTİHAT VE TERAKKİ

İttihat ve Terakki’nin kalemi Hüseyin Cahit Bey, 08 Ocak günlü Tanin gazetesindeki başyazısında “Kamil Paşa ve Taraftarları” yazısı ile Sadrazam Kâmil Paşa’ya saldırdı. 09 Ocak günü ise “Kâmil Paşa ve İngiliz dostluğu” başlıklı başyazısı ile Sadrazam Kâmil Paşa’ya bir ağır saldırıda daha bulundu.
Kâmil Paşa Hükümeti de 13 Ocak günü plânını uygulamaya koymaya başladı. İttihat ve Terakki’nin genç kurmaylarına vatan dışında görevler verdi.
Enver Bey Berlin’e, Ali Fuat Bey Roma’ya, Hafız Hakkı Bey Viyana’ya, Ali Fethi Bey Paris’e ataşemiliter olarak gönderildiler.
06 Şubat 1909 tarihinde yeni bir dernek daha kuruldu. İstanbul’da İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti kuruldu. Gayelerinin devlet idaresinin şeriat içerisinde olması olduğunu açıklayan nutuklar söylendi. İstanbul’un içindeki şube sayısını artırmak ve din görevlilerini tabii üye sayılması kararı alındı.
İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin tüzüğünün birinci maddesi şöyle idi:
“Madde 1: Cemiyet’in Reisi Hazreti Muhammet Mustafa’dır.”
Cemiyetin kurucuları olarak da çeşitli tarikatlardan şeyhler, dersiamlar, vaizler ve imamlar gösterilmişti. Bediüzzaman Said-i Kürdi (Nursi) de kurucular arasında idi.

KÂMİL PAŞA, İTTİHAT VE TERAKKİ’Yİ ZORLUYOR

Bu derneğin kurulduğu gün bir başka hareket kararı daha alındı: Mebuslar Meclisi’nde 60 Arap asıllı mebus Halep Mebusu Nafi Paşa’nın başkanlığında bir araya gelerek müşterek hareket kararı aldılar. Bu hareket Ermeni, Rum, Arnavut asıllı mebuslarca ardından gidilecek bir örnek sayıldı. Arap mebuslarını Ermeni mebuslar takip etti. Meclis’teki Ermeni mebusları 10 Şubat günü bir grup kurdular ve konuları önce kendi aralarında tartışarak karara varma ve birlikte hareket etmede anlaştılar. Başkın Cemiyeti’ni kuran Arnavutlar da aynı yolda karar almışlardı.
Harp Okulu öğrencilerinin ve üniversiteli gençlerin protestolarıyla sarsılan İstanbul, siyasî krizlerle de sarsılacaktı. Sadrazam Kâmil Paşa, bu günlerde İttihat ve Terakki’yi parçalama hareketine başladı. Harbiye Nâzırı Ali Rıza Paşa ile Bahriye Nazırı Hikmet Paşa’nın görevlerinden çekilmelerini sağladı. Bunların yerine 10 Şubat günü kendisi ile İttihat ve Terakki’ye karşı işbirliği yapmaya söz vermiş olan İkinci Ordu Komutanı Nazım Paşa’yı Harbiye Nazırlığı’na, Ferit Hüsnü Paşa’yı da Bahriye Nazırlığı’na getirdi. Hâlbuki Abdülhamit, Nazım Paşa’yı 5 yıl önce ordudan ihraç etmişti.
Cemiyet Nazım Paşa’yı konuşurken, ortalıkta “İttihatçılar Abdülhamit’i padişahlıktan alacakları” haberi yayılmaya başladı. İttihatçılar kendilerini savunamaz hale düşerler. Bu haber çıkınca hükümet içinde İttihat ve Terakki’nin en güvendiği kişi olan Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) eski Rumeli Genel Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa sert bir mektupla istifa eder. Padişahın indirileceği dedikodusu üzerine Abdülhamit’in Kâmil Paşa’ya karşı güveni azalmıştı.
Harbiye eski Nazırı Ali Rıza Paşa, 13 Şubat günü basına, “Görevimi yapıyordum. Ayrılmayı düşünmüyorum. Sadrazam Paşa bana Mısır Fevkalâde Komiserliği’ni önerdi. Bunu istemiyorum. .. Bunu Mebuslar Meclisi önünde protesto edeceğim.” şeklinde demeç verdi. Deniz Kuvvetleri ise, yeni Bahriye Nazırı’nı tanımayacaklarını Meclis’e duyurdular.
Ortalıkta dolaşan söylentilere İttihat ve Terakki Cemiyeti ancak 13 Şubat’ta cevap verebildi. Genel Merkez adına yayınlanan bildiride, Padişah’ın tahtan indirileceği dedikodularının asılsız olduğu kesin bir dil ile açıklandı.
13 Şubat günü bir başka önemli olay daha oldu. Kâmil Paşa Sadrazamlıktan istifa etti. İttihat ve Terakki ile çatışan, Padişah’ın güvenini kaybeden Kâmil Paşa hükümetin sorumluluğunu taşıyamayacak duruma gelmişti.
Kâmil Paşa’nın istifasından sonra İttihat ve Terakki’ye karşı yoğun bir muhalefet başladı. Muhalefetin başını eski Jön Türkler çekmiştir. Özellikle İttihat ve Terakki’nin dışında kalan Prens Sabahattin, Mizancı Murat Bey önde gelenlerdi.

İTTİHATÇILAR YİNE İKTİDAR OLAMADI

Bir gün sonra, yani 14 Şubat günü Hüseyin Hilmi Paşa Sadrazamlığa atandı. Kâmil Paşa’nın istifası sonrasında İttihatçılar Sadrazam adayı göstermemiştir. Bu kararsızlık İttihat ve Terakki için bir kayıp olmuştur. Hükümeti yıkıyor, ama sonrası için hiçbir kararı ve düşüncesi yoktur. Öyleyse sıra, bir başka Abdülhamit vezirindeydi.
İttihatçılar aday göstermese de, kimin olabileceğini düşünüyor ve ona göre tahminde bulunuyorlardı. Hakkı Baha Bey, “Eğer Padişah Hüseyin Hilmi Paşa’yı seçerse, biliniz ki bizimle gelecekte de iyi geçinmek istiyor demektir.” demişti. Gerçekten Abdülhamit Hüseyin Hilmi Paşa’yı görevlendirdi. 17 Şubat günü hükümet güvenoyu aldı.
Aynı gün İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin tüzüğü Volkan gazetesinde yayınlandı. Volkan gazetesi, 19 Şubat günü de Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti’ne hücum etmeye başladı. Derviş Vahdeti’nin Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’yı protesto eden yazısı yayınlandı.
Derviş Vahdeti, “başka milletlerin kanunlarından faydalanarak yeni kanunlar” yapılacağı sözlerini protesto ediyor, “şeriata mutabık olması” şartının hükümet programına açıklıkla ilavesini istiyordu.
Genç subaylar siyasetle meşgul iken Mustafa Kemal askerlik mesleği konusunda kendisini yetiştirmekteydi. Bu konuda yayınlanmış eserleri okuyordu. Bunlardan birini, General Litzmann’ın “Takım Muharebe Talimi” adlı kitabını dilimize çevirmiştir. Mustafa Kemal, bu kitabı 23 Şubat 1909’da yayınlanmıştır.

PADİŞAH SEÇİMLERİ HAZİRAN’A KADAR UZATTI

Padişah Sultan Hamit, 09 Mart günü Meclis’in faaliyetini Haziran sonuna kadar uzatma kararı verdi. Seçimler Haziran sonuna kadar uzatılmıştı. İttihatçılar bu haberi toplantı halindeyken aldılar. Ömer Naci “Vallahi bizimle oynuyor” diye bağırdı.
Maarif Nazırı İbrahim Hakkı Bey, Ömer Naci’yi teskin etti:
“Padişah’ın kararı, hukuk kaideleri içinde kalmanın hassasiyetidir. Nasıl otuz iki sene evvel Meclis’in devamını mahsurlu görmüşse şimdi de bu şartlar içinde yeni seçimi zararlı görüyor ve Kanun-u Esasi’nin saltanat makamına verdiği hakkı kullanarak çalışma süresini üç ay içinde kalma şartı ile uzatıyor.” dedi.
Bu cevap Ömer Naci’yi tatmin etmedi:
“Beyefendi... Sizin görüşünüz sadece hukukî... Padişah, Meclis’in karışık yapısına bakarak, “İşte sizin parlâmentonuz!.. Haydi, memleketi idare edin bakalım!..” meydan okumasını yapıyor ve didişmenin sonunu millete göstermek istiyor,” dedi.
Padişah’ın, Meclis’in çalışma süresini Haziran sonuna kadar uzatan hatt-ı hümâyunu 11 Mart günü Âyan (Senato) ve Mebusan Meclisi’nde okundu. Aynı saatlerde Sultanahmet Meydanı’nda İttihadı Muhammediye Cemiyeti’nin mitingi yapılıyordu. Miting kalabalığı Sultanahmet Meydanı’nı aşmış, Ayasofya’ya kadar uzanıyordu. Kanun tekliflerinin Meclis Başkanlığı’na verilmeden önce Şeyhülislam’dan onay alınmasını istiyorlardı. Doktor Bahattin Şakir “Fransız Cizvitleri bile bu kadar mutaassıp değillerdi” dedi. Derviş Vahdeti’nin Volkan’da yazdığı “Beşinci Alay Namına” adlı yazı mitingin havasını yansıtıyordu. Vahdeti, orduyu isyana teşvik ediyordu.

ORTALIK KARIŞIYOR

12 Mart günü ise Dr. Rıza Nur’un İkdam gazetesinde yayınlanan “Görüyorum ki iş fenaya gidiyor” başlıklı yazısı büyük yankılar uyandırdı. İttihat ve Terakki aleyhindeki bu yazı bütün muhalif gazetelerde ve The Times gazetesinde de özeti yayınlandı.
20 Mart günü Volkan gazetesinde yayınlanan bir yazıda, askerlerin, Avrupa’da Frenkleşerek memlekete dönen dört beş sarhoşa itaat etmemesi istendi. 22 Mart günü de askere seslenen bir yazı yayınlandı. Yazıda, İttihadı Muhammediye Cemiyeti üyesi olarak İttihat ve Terakki Partisi’ne hadlerini bildiriniz, denildi. 28 Mart ile 31 Mart tarihleri arasında ise er ve erbaşların İttihadı Muhammediye Cemiyeti’ni destekleyen ve İttihat ve Terakki’yi eleştiren mektupları yayınlanmaya başlandı.
Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, 30 Mart günü Padişah’ın iznini alarak Yıldız Sarayı Muhafızları’nı değiştirdi. Yıldız Sarayı’nı korumakla görevli Arnavut (fesli) ve Arap (sarıklı) zuhaf taburları Yıldız Sarayı’ndan alınarak Taşkışla’ya yerleştirildiler. Yerlerine meşrutiyeti ilân eden askeri kuvvet olarak Avcı Taburları yerleştirildi. Arnavut ve Arap askerler yıllarca görev gördükleri Yıldız Sarayı’ndan çıkarılarak Taşkışla’ya gitmek istemediler ve silahlarını, talim meydanlarında çattılar. Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, kararın sadece nöbet değiştirme olduğunu askerlere söyleyerek olay büyümeden önlenebildi.
İstanbul’da bu gelişmeler olurken, Ermeniler güneyde büyük hazırlıklar yapıyordu. Ortamı geriyorlardı. Sonunda 01 Nisan’da Adana’da isyan girişiminde bulundular. Katliama başladılar. Olaylar dört gün ve dört gece süren kanlı çarpışmalar sonunda bastırıldı.
03 Nisan günü İttihadı Muhammedi Cemiyeti resmen açıldı. Merkezinin açılışı sebebiyle Ayasofya Camii’nde bir mevlit okutuldu. Binlerce kişi camiden cemiyet merkezine kadar yürüdü.
Şehrin dört tarafından önceden tertiplenmiş konvoylar halinde toplanmış on binlerce kişi Ayasofya Camii’nin çevresinde toplanmış, İttihadı Muhammedi Cemiyeti bu törenle resmen açılmış oldu. Cemiyet adına Bediüzzaman Said-i Kürdi ve Devriş Vahdeti kuruluşun gaye ve hedeflerini açıkladılar.
Derviş Vahdeti, şeriattan ayrılınmamasını istedi. Said-i Kürdi ise şeriata aykırı olan hareketler varsa bunların ilânını istedi.
Yıldız Sarayı’ndan alınarak Taşkışla’ya aktarılan askerler 06 Nisan günü başka merkezlerde görevlendirildi. Taşkışla’daki Arnavut Taburu trenle Selanik’e, Arap taburu ise vapurla Suriye’ye gönderildi. Bu gönderilmeler olaylara yol açtı. Merkez Komutanlığı’nın tevkif ettiği göstericilerden bir kaçının aslında medreseli oldukları anlaşıldı. Bunlardan birinin üzerinde, Derviş Vahdeti’nin antetli bir kağıt üzerinde: “İş bu mücahide faaliyeti esnasında korunması, yardımcı olunması rica olunur” notu bulundu.

SON KIVILCIM

06 Nisan Çarşamba gecesi, İstanbul’daki anarşiyi başka bir yönde tırmandıracak bir olay oldu. Serbestî Gazetesi sahibi ve başyazarı Hasan Fehmi Bey Galata Köprüsü üzerinde öldürüldü.
Hasan Fehmi Bey, mülkiye kaymakamlarından Şakir Bey’le beraber Tokatlıyan Oteli’nde Ahrar Partisi’nin tertip ettiği bir toplantıya giderken Galata Köprüsü üzerinde tabanca ile vuruldu ve öldürüldü. Şakir Bey de ayağından ve kalçasından yaralandı.
Hasan Fehmi Bey, daha kendi kadrosundan tek kişiyi Sadrazamlık makamına bile getirememiş İttihat ve Terakki’yi, Meşrutiyet’in ilânını takip eden günden başlayarak mesul tutma hareketinin başında olanlardandı. Hüseyin Cahit’in çıkardığı Tanin’le aralarında dozunu her an artıran şiddette münakaşalar oluyordu. Başyazarlığını yaptığı Serbestî gazetesi son zamanlarda İttihat ve Terakki’nin illerde devlet işlerinde yaptığı iddia edilen müdahalelere ait sütunlar ayırmış, bunları neşre başlamıştı.
Garip bir tesadüf, Hasan Fehmi Bey’in cenazesinin toprağa verildiği 08 Nisan Perşembe günü Avcı Taburları Yıldız Sarayı’ndan Taşkışla’ya nakledilmişti ve bu yer değiştirme beş gün sonra başlayacak kanlı ihtilale hatıra getirilemeyecek imkânı ve fırsatı hazırladı.
Gazeteci Hasan Fehmi Bey’in cenazesi büyük bir kalabalık tarafından kaldırıldı. Meclis’te dövüşmeye kadar uzanmış sert çekişmeler sürüp giderken, gulgulesi Ayasofya Meydanı’nı dolduran on binlerce kişi, muayyen yerlerden ilham aldıkları reddedilmez açıklıkla belli görüntüler içinde 08 Nisan 1909 Perşembe günü Hasan Fehmi Bey’in cenazesinde ihtilâl provası yaptılar.
Cenaze dönüşü olaylar başladı. On binlerce kişi, bir ölünün hatırasına yakışmayacak sokak gösterileriyle Babıâli önüne geldi. “İstifa, istifa!.. Malum katiller idam sehpasına!...” diye bağırmaya başladılar. Gösterileri sonuna kadar izleyen Hafız İbrahim Efendi, “İstanbul’da bu kadar çok medreseli öğrenci yoktur. Bu kadar sarıklı nereden çıktı?..” demiştir.
Bu olayları yakından takip eden İngiltere Sefareti’nin Baştercümanı Fitz Morris, Londra’ya gönderdiği raporunda “İstanbul’da çok yakında rejimi değiştirecek hadiseler bekleniyor” mesajını verdi.

AYAKLANMAYA ADIM ADIM

Adana isyanından sonra 08 Nisan günü Ermeniler Mersin’de de olay çıkardılar. Bir tiyatro oyununda ihtilâl provası yaptılar. Oyun “Sivas’ın Timur Tarafından Tahribi” adını taşımakta idi. Ermenileri birliğe çağıran oyundan sonra seyirciler “Yaşasın Ermenistan Krallığı” bağırışları ve alkışlarla ortalığı çınlattılar. Bu olay Mersin’de ve Adana’da Ermenilerin Müslümanları öldürecekleri söylentilerine yol açtı. Halk heyecana kapıldı.
08 Nisan çok yoğun olaylarla geçti. Ortam gergindi. Bunun üzerine İkdam gazetesi, 09 Nisan günü yeni teklifler ileri sürerek yeni tartışmalara sebep oldu. İkdam gazetesi hükümette ve Meclis’te değişiklik yapılmasını istedi.
İstanbul’da Ahrar Patisi’nin bombalar hazırladığını ve İstanbul’un ateş üzerinde bulunduğuna dair rivayetler dolaşmaya başladı.
Meclisi Mebusan’ın 10 Nisan günkü toplantısında, Rıza Nur’un da içinde bulunduğu bir grup milletvekili katilin niçin yakalanmadığını hükümetten sordular. Bütün askerlere de hocalarla görüşmemeleri konusunda günlük emir okundu. 11 Nisan günü Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’ya, Volkan gazetesinin ordu içinde disiplin bozucu yayınlar yaptığı hakkında bilgi veren bir tezkere gönderdi. Sadrazam da 12 Nisan günü bu bilgiyi gerekli işlemin yapılması için Adliye Nezareti’ne havale etti.

13 NİSAN (31 MART) OLAYI

13 Nisan 1909 günü beklenen patlama oldu. İstanbul’da, “31 Mart Vakası (Olayı)” diye anılan ayaklanmalar başladı. Olaylar, İttihatçıların İstanbul’a getirmiş oldukları Avcı Taburları’ndaki askerlerin ayaklanması ile başladı.
İttihatçılar, Hassa Ordusu (Muhafız Alayı)’na güvenmedikleri için Kolağası Niyazi Bey ile Resne’de dağa çıkan “Hürriyet Kahramanı” taburlarından üçü İstanbul’a getirilerek Meclis’in korunmasına memur edilmişti. Taşkışla’ya yerleştirildikten sonra bu askerlerle subayları meşgul olmadılar. Askerleri çavuşları ile baş başa bırakarak siyasetle ve İstanbul’un eğlence yerlerinde vakit geçiriyorlardı. Meşrutiyet’in ilân edilmesinden zarar görenler, mürteci fikirleri olanlar, bazı kraldan çok kralcı olanlar bu Avcı Taburları’nın hakiki komutanı olan çavuşları kendi taraflarına çekmişlerdi. 15 gün kadar önce bir teftiş olayı da bu taburların gücendirilmesine sebep olmuştu. Hassa Ordusu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa, Avcı Taburları’nı teftiş etmiş, talim ve terbiyelerini beğenmemiş, taburların komutanı Binbaşı Şükrü Bey’i, “15 gün mühlet veriyorum. 15 gün sonra taburları yeniden teftiş edeceğim. Aynı hali görürsem subayları açığa çıkaracağım” diye tehdit etmişti.
Bu da askerleri kızdırmış olmalı ki, gece subaylarının bir kısmını tevkif, bir kısmını bağladıktan sonra sabahın erken saatlerinde karışık bir halde Sultan Ahmet Meydanı’na doğru yürümüşlerdir. Başlarında Hamdi Çavuş, bölük emini Mehmet Çavuş, tüfekçi ustası Arif olduğu halde Köprü’nün iki tarafını tutmuşlar, karşılaştıkları genç bir zabit olan İlyas Bey’i Köprü üzerinde katletmişlerdir.
Olaydan haberdar olan Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa, Babıâli’ye gelerek, bazı mebuslarla illere, tel çekip olaydan haberdar etmiştir. Bu sırada askerin “şeriat isteriz!” naraları ile Meclis’e yaklaştığı öğrenildi. Sadrazam, Şeyhülislâm Ziyaeddin Efendi’yi göndererek ne istediklerini sordurdu. Asiler Şeyhülislâm’a: “Hüseyin Hilmi Paşa ile Bahriye Nâzırı Rıza Paşa’nın çekilmelerini, mebuslardan Meclis Reisi Ahmet Rıza’nın, müfritlerden Hüseyin Cahit Bey ile Talât Bey’in İttihatçı gazete olan Şûrâ-yı Ümmet gazetesinin başyazarı Bahattin Şakir Bey’in mebusluğunun düşmesini, başlarındaki mektepli subayların alınmasını, kendilerinin affedilmesini” istemişlerdir. Bu bilgiler, bunları perde arkasından idare edenler, direktif verenler olduğunu gösteriyordu.
Şeyhülislâm’ın, asilerin tekliflerini getirmesi üzerine Sadrazam, hükümetin hemen istifasını vermek üzere Saray’a gelmesini istedi. Kendisi yanında Maarif Nazırı olduğu halde denizden Bahriye Nazırı Rıza Paşa ile Adliye Nazırı Nazım Paşa da bir arabaya binip, karadan saraya gelmek üzere yola çıkmışlardır. Rıza Paşa ile Nazım Paşa, Sirkeciye gelince asi askerler ile karşılaştılar. Askerler, Paşaları geri döndürüp Meclis’e getirmişlerdir. “.. Şeriatı istiyorsanız binaya girin, değilseniz meydanda kalacaksınız” denildi.
Kapının önü mahşer gibiydi. Nazım Paşa, arabadan inişinde, onu, öldürülmek için aranan Ahmet Rıza Bey’e benzettiler ve üzerine yaylım ateşi açtılar. Nazım Paşa silaha davranmış fakat o daha tabancasını çıkaramadan kalbinden vurulup, basamaklarda, meclis hademelerinden birinin kolları arasında can verdi. Bahriye Nâzırı Rıza Paşa’da bir şans esri ayaklarından vurularak kurtulmuştur.
Meclisi Mebusan Başkanı Ahmet Rıza Bey istifa etti. Açıklanmayan bir yere saklanmış olan Meclis Başkanı Ahmet Rıza Bey’in istifasını göndermesi ve yerine çoğunluk olmamakla beraber, Berat Mebusu İsmail Kemal Bey seçilmiştir. Meclis’te toplanan 80 kadar mebus hükümete güvensizlik oyu vermişlerdir. Durumu bildirmek, sükunu sağlamak amacıyla aralarında bir grubun Saray’a giderek Padişah ile görüşmelerine karar verildi.
Lazkiye Mebusu Emir Aslan Bey, asiler tarafından Hüseyin Cahit Bey zannedilerek öldürüldü.
Meclis’te seçilen bir grup mebus, saraya giderken Ayasofya önüne geldiklerinde asi askerler ile karşılaştılar. Askerler bunları geri döndürürlerken, Lübnan Lazkiye Mebusu Emir Aslan Şekip Bey’i Hüseyin Cahit’e (Yalçın) benzettiler. Hüseyin Cahit’in de Meclis Başkanı Ahmet Rıza gibi asilere resmi dağıtılmıştı. Asi askerler, Lübnan Lazkiye Mebusu Emir Aslan Bey’i bütün feryat ve figanlarına rağmen kama darbeleriyle vurup öldürdüler.
Avcı Taburları’ndaki askerlerin başlattığı ayaklanmaya, kısa sürede Volkan gazetesinin kışkırttığı softalar ve diğer İslâmcı gruplar da katılmaya başladılar.
Asiler, mektepli yani Harbiye mezunu genç subayları aramaya, bulduklarını öldürmeye başladılar. Süvari Teğmeni Sabahattin Bey, Köprü üstünde öldürülen İlyas Bey, Asâr-ı Tevfik zırhlısının süvarisi Ali Kabuli Bey bunlar arasındadır. Köşe başlarında durup mektepli subay ararlarken genç bir askeri doktoru yakalayıp: “Mektepli misin, değil misin?” diye sordukları zaman doktorun: “Ben alaylıyım. Hiç doktor mektepli olur mu?” diye cevap vererek kurtulduğu meşhurdur.
Asiler, mekteplileri öldürürken, alaylı, yani neferlikten subaylığın üst kademelerine yükselmiş olanlarla, sarıklı ve sarıksız medreseliler isyanın öncülüğünü yapıyorlardı.
Meclis’teki gelişmeler ve sokaktaki olaylar Saray’a giden mebuslarca Padişah’a bildirildi. Padişah’ın Başkâtibi (Genel Sekreteri) Ali Cevat Bey, Sultan’ın, askerin bu hareketinden sorumlu tutulmayacaklarını bildiren iradesini Meclis’e bildirdi. Ayrıca bu buyruk Ayasofya meydanında asi askerlere okundu.
İstifa eden Hüseyin Hilmi Paşa yerine Tevfik Paşa Sadrazamlığa getirildi. Dömeke Kahramanı Ethem Paşa da Harbiye Nazırı tayin edildiler. Eğer bunlar şiddetle hareket etselerdi, hattâ “susturun şunları” diye bir emir verselerdi, isyan büyümeden derhal bastırılır, ondan sonraki fecî olaylar olmazdı. Mahmut Muhtar Paşa, nasıl olsa emir alırım diye emrindeki askerleri bugünkü Beyazıt Meydanı’ndaki mevziye sokmuş bekliyordu. Fakat kan dökülmesini istemeyen Ethem Paşa, iki tarafı barıştırmak yolunu tutmuştur. Bu ise 30.000 kişilik muhafız alayının da asilerle birleşmesine, tehlikenin büyümesine yol açmıştır.
İttihadı Muhammediye Cemiyeti üyeleri Bursa’da, Erzincan’da ve Erzurum’da, İstanbul’daki ayaklanmayı destekleyen gösteriler yaptılar. Bunlar, İttihatçı subaylar sayesinde bastırılmıştır.
İsmail Canpolat Bey, Selânik’teki İttihat ve Terakki merkezine “Meşrutiyet mahvoldu!” diye bir telgraf çekerek İstanbul’daki olayları duyurdu.

14 NİSAN

Olaylar olmuş, kanlar akmıştı. Nelerin olduğunu pek bilen yoktu. Bilmeyenler arasında Mebusan Meclisi de vardı. 14 Nisan günü yayınladığı bildiriyle bunu ortaya koydu. İllere gönderilen bildiri ayaklanmayı haklı göstermekteydi.
Bir gün öncesinin olaylarında hızını alamayan halkın bir kısmı, ayaklanan askerlerle beraber İttihat ve Terakki’nin yayın organı iki gazetenin, Tanin ve Şuray-ı Ümmet gazetelerinin basıldıkları matbaaları tahrip ettiler. Aynı şekilde İttihat ve Terakki’nin şubesini bastılar, ele geçirdikleri belgeleri ve yazışmaları sokakta yaktılar.
İstanbul olaylarla ilgili bilgiler, Selânik’te 3’üncü Ordu’ya ulaştı. Haber alınır alınmaz, 3’üncü Ordu derhal kesin bir tavır aldı. Rumeli Genel Müfettiş Vekili ve 3’üncü Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa başkanlığında Selânik Orduevi’nde bir toplantı yapıldı. Ordu tarafından gereken tedbirlerin alınması konusunda görüş birliğine varıldı.
Selânik Redif Tümeni Komutanı Korgeneral Hüseyin Hüsnü Paşa, İstanbul’daki isyan haberini sabah damadından aldığı telgraf ile öğrendi.
Hüseyin Hüsnü Paşa, telgrafı emrinde bulunan Kurmay Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal’e göstererek fikrini öğrenmek istedi.
Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, o sırada İstanbul’dan gönderilen bütün telgrafları inceledikten sonra, başkente kuvvet sevk edilmesi yolundaki fikrini komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa’ya bildirdi.
Selânik Orduevi’nde yapılan toplantıda, adını Mustafa Kemal’in koyduğu Hareket Ordusu kuruldu. Ordu’nun komutanlığına Selânik Redif Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa, Kurmay Başkanlığı’na da Mustafa Kemal getirildi.
Mustafa Kemal bu toplantıyı şöyle anlatmaktadır:
“İstanbul’a hitaben bir beyanname yazmak lâzım geldi.Bunu ben yazdım, sonra sefirlere hitaben ikinci bir beyanname yazdık. Buna ne imza konulması münasip olduğunu düşündük. Bazı arkadaşlar “Hürriyet Ordusu” dediler. Halbuki bütün ordu Hürriyet Ordusu vaziyetinde idi. Hareket halinde bulunan kuvvetlerin durumunu göstermek için, “Hürriyet Ordusunun Operasyon Kuvvetleri” denildi. Ben bu operasyon kelimesinin Türkçe’ye tercümesine uygun bularak “Hareket Ordusu” tabirini kullandım.”
Edirne’de bulunan 2’nci Ordu da, Selânik’teki 3’üncü Ordu ile birlikte asker sevk etmeyi kararlaştırdı.
Edirne’den Tuğgeneral Şevket Turgut komutasında bir tümenin katılması kararlaştırıldı. Ordu Komutanları Mahmut Şevket Paşa ile Salih Paşa bu konuda anlaşmaya varmışlardı. Hazırlanması düşünülen askerî birliğin Mahmut Şevket Paşa’nın emir ve komutasında olması plânlandı. İstanbul üzerine sevk edilecek olan kuvvet, iki mürettep tümene ayrıldı. Birinci Mürettep Tümen’in komutanı Korgeneral Hüseyin Hüsnü Paşa, Kurmay Başkanı Yüzbaşı Mustafa Kemal; İkinci Mürettep Tümen’in komutanı Tuğgeneral Şevket Turgut Paşa, Kurmay Başkanı da Yüzbaşı Kâzım Karabekir olacaktı.
Manastır’da, Ohri Millî Taburu Resneli Ahmet Niyazi Bey’in komutasında harekete geçti. Eyüp Sabri (Akgöl) Bey de İstanbul’a doğru harekete geçti.
Selânik’te, İstanbul’daki ayaklanmaya karşı büyük bir miting yapıldı. Gönüllülerden kurulu bir kuvvet, meşrutiyetin iadesi için yemin ettiler. Kosova, Ürgüp, Manastır ve çevrelerinden gelenler silahlandırıldı.
3’üncü Ordu Komutanı ve Rumeli Genel Müfettişi Mahmut Şevket Paşa, Harbiye Nezareti’ne gönderdiği telgrafta, “İstanbul’da ölüm olayları olduğu hakkında şayialar dolaşmaktadır. Burada ahali ve ordu fevkalâde heyecan içindedir. İstanbul üzerine yürümek üzere hazırlık başlamıştır. İstanbul çevresi sükûn bulamadıkça bu heyecanın yatıştırılması mümkün değildir. Bilgi veriniz.” dedi. Harbiye Nazırı Gazi Ethem Paşa, Mahmut Şevket Paşa’nın telgrafına verdiği cevapta, “..Anayasa’nın emniyette ve devamlı olduğunu bildirir ve bundan dolayı başka çeşit siyasi mahzurlara meydan verilmemek üzere İstanbul’a hareket etmekten herhalde sakınılması tavsiye olunur.” dedi.
Yine aynı gün, İttihat ve Terakki örgütü, yurdun her köşesinden çektiği telgraflarla, kendi dışında gelişen ayaklanmanın protesto edilmesini sağlamıştır.
Derviş Vahdetî, Volkan gazetesinde, Padişah’a açık mektup yazarak Meşrutiyet’in kaldırılması kararının verilmesini istedi.
Meşrutiyet taraflısı ne kadar gazete varsa matbaaları tahrip edilmiştir. Orta yolda olanlar ise lisan değiştirmeye mecbur kalmışlardı.
Derviş Vahdetî’nin “Volkan”ı, Murat Bey’in “Mizan”ı, öldürülen Hasan Fehmi Bey’in “Serbestî”si ise, isyanı “Şeriatın Zaferi” olarak tebrik ederek kutladılar.
“Volkan” gazetesi 14 Nisan 1909 Perşembe günü, birinci sayfasında büyük harflerle “Makam-ı Kübrây-ı Hilâfet-i İslâmiye ve Saltanat-ı Uzmây-ı Osmaniye” ye hitaben bir açık mektup yayınladı. İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti namına Derviş Vahdetî Sultan Hamit’e şöyle hitap ediyordu:
-“Bugün meşrutiyeti kaldırmak ve Meclis-i Meb’usan namı altındaki karışık topluluğu kapamak kudretli elinizdedir. Karar veriniz, tatbik edilsin.”
Padişah, Meclis Başkanı Ahmet Rıza Bey yerine seçilen İsmail Kemal Bey’i kabul etti. Padişah, meşrutiyetin kuvvetlendirilmesini arzu ettiğini, asker ve halkta görülen hareketi bu iyi niyete bağladığını söyledi.
Volkan gazetesi “bize silindir şapka giydirecekler” diyerek halkı tahrik etmekte idi. Ethem Paşa’nın, emrindeki kuvvetlerin bir kısmının asilerle birleşmesinden dolayı, sayıları 30-35 bine çıkmıştır. Bu kuvvet, İttihatçı gazeteler susturulduğu için, elden ele dolaşan Volkan gazetesi tarafından: “Kim derdi ki bize Köprü ortasında silindir şapka giydirecekler, kim derdi ki, bize çarşaf giymek zamanı değildir diyecekler. Ve bunları koca vatanperver Ahmet Rıza müdafaa edecek” gibi sözlerle tahrik etmekte, İttihatçılık düşmanlığı körüklemekte idi.
Ermeniler, Adana merkezinde ve çevre ilçelerinde ayaklandılar, Türk katliamına başladılar.
Kilikya’da bir Ermeni Hükümeti kurmak, Ermeniler’ce kutsal bir emeldi. Bu maksatla Ermeniler, bu alanda çok çabalar harcadıkları gibi bir taraftan da Ruslar, Akdeniz’e daha kolayca çıkmak için, Ermeniler’i teşvik ediyorlardı.
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı, Ermeni komitacılarının Adana ve dolaylarında serbest çalışmalarına imkân verdi. Kolayca propagandalar yapılıyor ve yabancı memleketlerden silah tedarik olunabiliyordu. Hazırlık tamamlanınca ayaklanılacak ve Avrupa Devletlerinin askeri müdahalesi sağlanarak bir Ermeni Hükümeti kurulacaktı. Bu hareketin tertipçisi ve baş tahrikçisi Adana’daki Ermeni Piskoposu Mouchegh (Muşag)’tı.
14 Nisan 1909’da Adana il merkezi ile etraftaki Ermeniler’in az çok kalabalık bulundukları ilçelerde Ermeni isyancıları Türk mahallerine saldırılar ve katliamlara başladırlar. Türkler, can ve ırzlarını kurtarmak için mücadeleye giriştiler. Bu çarpışmalar üç gün (14-16 Nisan) devam etti.
Berlin Ataşemiliteri Kurmay Binbaşı Enver, Viyana Ataşemiliteri Kurmay Binbaşı İsmail Hakkı, Paris Ataşemiliteri Kurmay Binbaşı Fethi Beyler İstanbul’daki isyanı duyunca, görevlerinden istifa ederek, Sofya üzerinden Selânik’e geldiler.
Talât Bey Selânik’e geldi. Burada Mahmut Şevket Paşa, Ali Fethi (Okyar) ve Mustafa Kemal ile görüştü. Buradaki görüşmeleri şöyle anlatmaktadır:
Mahmut Şevket Paşa, Rumeli asker-sivil idareyi şahsında toplayan genel müfettiş unvanını muhafaza ediyordu.
Beni bekliyordu. Samimi bir teessür içinde idi. Her şeyi dinledi. İsyanın başında Hamdi Çavuş, Bölük emini Mehmet, Kamacı ustası Nuri ve benzerlerinin isimlerini dinleyince başını salladı:
“Çocuk mu aldatıyorlar!.. Perdenin arkasındakiler sahneye çıkamıyorlar. Ne beklediklerini bilmiyorum; fakat umduklarını bulamadıkları da muhakkak” dedi.
Paşa, sonuna kadar bu kanaatini korudu.
Sultan Hamit’in isyan karşısında takındığı tavır üzerinde sorular sordu.
Geceleyin bana, Ali Fethi (Okyar), Selânik Redif Tümeni Kurmay Subayı olan Binbaşı Mustafa Kemal’le geldi. İstanbul’daki olayların aşırı mübalağalı ölçülerle Rumeli’ne yayılmasının mıntıkada yarattığı heyecan üzerinde durdular. Mustafa Kemal dedi ki:
“Görüyorsunuz, silahını kapan yola düşüyor. Nizamî kuvvetler harekete geçmezlerse çok kan dökülür. Kumanda zinciri altında derhal harekete geçilmelidir. ... zabitlerin kendilerine verilecek askerî görevler dışında hiçbir şeyle meşgul olmamaları, Hareket Ordusu’na dışardan, yani politikacıların müdahale etmemeleri” yolundaki teklifini de Mahmut Şevket Paşa’ya söylemiştim.

15 NİSAN

Mebuslar Meclisi 15 Nisan 1909 Perşembe günü toplandı. Geçici başkanlığa Trabzon milletvekili Ali Naki Efendi seçildi. Anayasa’ya sadık kalınacağı tekrarlandı. Ayrıca, askerin hareketinin kamuoyunda rastlanan huzursuzluğun bir belirtisi olarak yorumlanıp kendilerinin mazur görüldüğü bir bildiri ile bütün ülkeye bildirildi.
Meclisi Mebusan’a Anadolu’nun dört bir köşesinden gelen telgraflar, Türk vatanının bölünmez bir şekilde Meşrutiyet’in devamı kararlılığında olduğunu gösterdi.
Perşembeyi Cumaya bağlayan gece, Selânik’ten Binbaşı Muhtar Bey komutasındaki ilk Hareket Ordusu birliği İstanbul’a doğru yola çıktı.15 Nisan 1909 Perşembe günü gecesi Kurmay Binbaşı Muhtar Bey komutasındaki ilk Hareket Ordusu birliği, 1.700 askerin yüklendiği iki trenle Selânik’ten yola çıktı. Hareket Ordusu karargâhı iki üç gün Selânik’te çalıştıktan sonra özel bir trenle Hadımköy’üne hareket etmiş; diğer birliklerin hareketi de bunları takip etmiştir.

16 NİSAN

Ayaklanmanın önü alınamamıştı. İsyancılar cinayetlerine devam ediyorlardı. Âsar-ı Tevfik zırhlısı Süvarisi Ali Kabulî Bey, Yıldız Sarayı’nda Sultan Hamit’in gözleri önünde parçalanarak öldürüldü.
Selânik’ten gelenlerle birleşmek üzere, Edirne Hareket Ordusu birlikleri, Kurmay Yüzbaşı Kâzım Karabekir komutasında trenle Edirne’den ayrıldılar.
Komutanlar arasında değişiklik yapıldı. Hassa Ordusu Komutanlığı’ndan alınan ve asiler tarafından öldürülmek için aranan Mahmut Muhtar Paşa, Mesajeri Vapuruyla İstanbul’dan uzaklaştı.
İstanbul’da, Mebusan Meclisi’nde yapılan görüşmelerde, Çatalca’ya gelen askere, Çatalca’da kalmaları için bir nasihat heyetinin gönderilmesine karar verildi.
Hükümet, 16 Nisan 1909 günü Mebusan Meclisi’nde Çatalca’ya birkaç tabur asker geldiğini, bunların Çatalca’da kalmasını sağlamak için ne gibi tedbirler alınması gerektiği konusunu görüşme gündemine getirdi. Meclis, gelen askere nasihat etmek ve Çatalca’da kalmalarını sağlamak amacıyla Tophane-i Amire Nazırı Korgeneral Hurşit Paşa, Kurmay Albay Memduh Paşa, Halep Mebusu Nâfi Paşa, Üsküp Mebusu Said Efendi, Rize Mebusu Ahmet Bey, Ders Vekili Halis Efendi ile bir ders veren görevli gönderilmesini uygun buldu.
Hariciye Nâzırı (Dışişleri Bakanı) Rıfat Paşa, İngiliz Elçisi Sir Lawther’i ziyaret ederek elçilik baştercümanı Fitzmaurice’in de Çatalca’ya gönderilecek heyete dahil edilmesini istedi. Rıfat Paşa, Fitzmaurice’in Genç Türkler tarafından sevilen birisi olduğunu bilindiğinden bu teklifi götürmüştü. Aslında Fitzmaurice, İngiltere’nin en önemli istihbarat servisi olan “İntelligence Service”in bir nevi İstanbul sorumlusu konumunda idi. İngiltere Büyükelçisi Lawther, böyle bir teklife sıcak bakmadığını belirtti.
Yeni hükümete giren Nazırlar (Bakanlar), Cuma selâmlığından evvel Padişah’ın huzuruna çıktılar. Padişah’a ve anayasaya sadık kalacakları üzerine yemin ettiler.

17 NİSAN

İstanbul halkının meşrutiyete karşı olmadığı ve olanlardan büyük üzüntü duyduğunu açıklamak için Belediye Başkan Yardımcısı Adil Bey ile Drama milletvekili Agah ve Serez milletvekili Naşit Beyler Selânik’e gittiler.
İsyancıların öldürmek için aradıkları kişilerden biri de Harbiye eski Nazırı Ali Rıza Paşa idi. Ali Rıza Paşa, Sultan Hamit’in Başkâtibi (Genel Sekreteri) Ali Cevat Bey’in Bebek’teki evinde saklanıyordu. Ama, daha fazla saklanamayacağını, bir gün kendisini de bulacaklarını biliyordu. Bu sebeple fırsatını bulup, Mesajeri Vapuru ile gizlice Avrupa’ya hareket etti.
Bütün siyasi partilerin Birleşik Osmanlı Kurulu adı altında belirli süre için birleşerek meşrutiyet ve anayasayı koruyacaklarını bir bildiri ile ilan ettiler.
Hareket Ordusu birliklerini getiren ilk tren Albay Galip (General Pasiner) Bey’in komutasında Çekmece’ye geldi.
Hurşit Paşa mahiyetindeki nasihat heyeti önce Türbedere’ye, oradan da Çatalca ve Hadımköy’e geldiler. Buradaki askerlere nasihatte bulundular.
Tevfik Paşa Hükümeti kuruldu. Sultan Hamit, tarafsızlığı ile tanınan Hariciye Nazırı Tevfik Paşa’yı iktidara getirdi. Uzun süre Londra Büyükelçiliği yapan Paşa’nın, o günlerin hakim kuvveti İngiltere’nin yardımını temin edeceği ümidi yaygındı. Hakan’ın İttihat ve Terakki’ye karşı hislerini bilen Tevfik Paşa, kabinesini yeni şahsiyetlerle kurdu. Bu arada ticaret ve Nafıa Nazırlığına Ermeni Nuradnugyan Efendi’yi Orman ve Madenler nazırlığına Rum Mavrokordato Efendi’yi, Evkaf’a Arap Hamade Paşa’yı getirdi.

18 NİSAN

Hurşit Paşa heyeti başarı sağlayamayınca, Genel Kurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa ile Çürüksulu Mahmut Paşa, Hareket Ordusu Kumanda heyeti ile görüşmek üzere Hadımköy’e gönderildi.
Hareket Ordusu’nun İstanbul’a yaklaşması üzerine Derviş Vahdeti korkarak İstanbul’dan kaçtı. Derviş Vahdeti, isyanın beşinci Pazar günü evinden çıktı. Amiral SaitPaşa’nın evine uğradı. Paşa ile görüştükten sonar ŞehzadeVahdettin Efendi’nin Sarayı’na gitti. Buradagizlenmeyi tasarlamıştı. Vahdettin Efendi’ninağası Mehmet Esat Efendi’den, birkaç gün köşkte kalmasına izin verilmesini istedi. “Şimdi herkes kendi derdine bakıyor, olmaz” cevabını aldı. Buralardan ümidini kesince Haydarpaşa’dan trene bindi. Gebze’ye gitti.
Gebze’den Hereke’ye, ... Hereke’den Bergama’ya geldi. Parası da tükenmişti. ...Kira bedelini İzmir’de ödemek üzere bir araba tuttu. İzmir’e geldi. Araba kirası için para bulması gerekiyordu. Kıbrıslı hemşehrilerine başvurdu.
Derviş Vahdeti, Abdullah Nadiri Efendi’ye müracaat etti. İkinci müracaatında Abdullah Efendi, “Babam olsa yapamam, haini haber vermeliyim” dedi, teşebbüse geçti. Derviş Vahdeti yakalandı.

19 NİSAN

Hareket Ordusu Komutanı Hüsnü Paşa bir beyanname yayınladı. Hareket Ordusu Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa, İstanbul’daki bütün gelişmelerden haberdar olup, dış tehlikenin büyüdüğünü anlayınca 19 Nisan 1909 günü Dedeağaç’tan İstanbul’a bir telgraf çekmek gereğini duydu. Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal tarafından kaleme alınan ve İstanbul’daki Avusturya elçisine çekilen bu telgrafta; ordunun meşrutiyeti güçlendirmek için harekete geçtiği, elçilerin ve bütün yabancıların can ve mal güvenliğinin sağlanacağı, İstanbul’da asayişin bozulmasına mahal ve imkân bırakılmayacağı temin ediliyordu. Nitekim, bu telgraf büyük elçi tarafından hemen Babıâli’ye (Hükümete) iletildi.
Hareket Ordusu Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa, İstanbul’da Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’ya bir telgraf gönderdi. Hareket Ordusu’nun Harbiye Nâzırı’nı dikkate almadan Genelkurmay Başkanı’na telgraf çekmesinin bir sebebi vardı. Hareket Ordusu’na göre, Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti anayasa hükümlerine aykırı olarak zorbaların, yani 31 Mart İsyanı’nı çıkartan mürtecilerin baskısıyla iktidardan çekilmişti. Bunun için yeni kurulmuş olan Tevfik Paşa kabinesini tanımıyorlardı. Tabiatıyla bu kabinede bulunan Harbiye Nâzırı da kendilerine muhatap olamazlardı.
Hüseyin Hüsnü Paşa, Genelkurmay Başkanı’na çektiği telgrafta, İstanbul’daki irtica hareketine karışmış olan askerlerin 600 yıldan beri lekesiz bir itaat ve namusu taşımakta olan Osmanlı Ordusu’nu pek büyük bir utanca düşürdüğünü ve bu lekenin derhal silinmesi için II’nci ve III’üncü Ordu’dan tertip edilmiş olan birliklerin Küçükçekmece ve Yeşilköy’e gelmiş olduklarını, İstanbul’daki silah arkadaşlarının, tutuklanan subayların hemen serbest bırakılarak kendilerine kayıtsız şartsız itaat edeceklerine dair yemin etmelerini, kendilerini aldatıp “Şeriat İsteriz!” diye isyana sevk edenlerin cezalandırılması için alınacak tedbirlere hiçbir şekilde karışmayacaklarını belirtti.
Hareket Ordusu Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa, İstanbul halkına bir beyanname yayınladı. Bu beyannameyi Kurmay Başkanı Mustafa Kemal hazırladı.
Hareket Ordusu Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa, Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal tarafından kaleme alınmış olan bir beyanname neşretti. Burada madde madde şu görüşlere yer verilmekte idi:
1-Millet, yıllardan beri zulmeden istibdat kuvvetini parçalayarak meşru Meşrutiyet Hükümeti’ni kurdu. Bu kansız, mesut inkılâptan zarar görenler, kanunsuz şekilde menfaat temin etmelerine hizmet etmiş olan eski halin tekrar kurulması için bin türlü hile ve alçaklığa başvurarak meşru Meşrutiyet Hükümeti’ni yaralamak istedi. Bunlar, bütün insanlık aleminin lânetlediği İstanbul faciasına sebep olarak masum kanlar döktü.
2-Millet, hayat ve geleceğinin yegâne dayanağı olan Meşrutiyet’in yaralanmak ve şeriat hükümleri ve milletçe kurtuluş ve saadetimizi içine alan anayasamızın ayaklar altına alınmak istenildiğini gördü. Bu alçakça hareketlere sebep olanları cezalandırmak üzere İstanbul’a yürümeye karar verdi. İlk icra kuvveti olmak üzere işte bizi, İstanbul surları karşısında gördüğünüz, bu Hareket Ordusu buraya gönderdi.
3-Hareket Ordusu’nun maksat ve vazifesi meşru Meşrutiyet Hükümeti’mizin hiçbir kuvvetin sarsamayacağı surette kuvvetlendirmek ve sırf şeriat kuvveti ile desteklenen anayasanın üstünde hiçbir kanun, hiçbir kuvvet olmadığını ve olamayacağını ispat etmek ve meşru Meşrutiyet’imizin yerleşmesinden memnun olmayan vatan ve millet hainlerine son ve kesin bir ders vermektir.
4-Zulüm gören halk ve tarafsız askerler korunacaktır. Ancak, suç ortakları ve kışkırtıcılar lâyık oldukları kanunî cezadan kurtulamayacaklardır.
5-Fazilet heyeti olan ulema iftiharımız, baş tacımızdır. Fakat, hainlikle adî ve şahsî menfaat elde etmek maksadıyla yalandan ilmiye kisvesine bürünerek ve şerefli İslâm dinini küçümseyip alay konusu haline getirmekten çekinmeyerek fesat yaymaya kalkışan birtakım hafiyeler, menfaatperestler elbette kanun ve şeriat hükümlerine göre muamele görmekten kurtulamayacaklardır.
6-Mebusların ve bunların seçtikleri Bakanlar Kurulu’nun hayatları ve Kanunu Esasi’nin kendilerine verdiği haklar ve yetkiler olduğu gibi korunacak, genel olarak sükûn ve asayiş sağlanacaktır.
7-Vatanın kurtuluşu ve millî saadetimizin lüzum gösterdiği bu askerî harekâtımız esnasında memleketin dahilî güvenliği ve tam sükûnetini ve herkesin mal ve canının korunmasını temin etmek için her türlü tedbirin alınması kararlaştırılmıştır.
8-İstanbul’da bulunan sefirler ve bütün ecnebilerin huzursuz olmalarına meydan verilmeyecektir.
9-İstanbul’daki feci isyan olayında kanları dökülen şehitlerin ruhları karşısında hesap vermeye korkanlar, ancak bu kanlı facianın failleri, tahrikçileri ve ortaklarıdır. Bu hakikati herkes bilmeli, telâş ve heyecana kapılmayıp müsterih olmalıdır.
Genel Kurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a yürümesini engelleyemeyince İstanbul’a döndü. Hareket Ordusu’nun öncüleri Yeşilköy İstasyonuna geldiler. Selânik’ten gelen Jandarma Bölüğü, Yeşilköy tren istasyonunu işgal ettiler.
Mebuslar Meclisinden seçilen 10 kişilik bir heyet, kışlaları dolaştılar. Askerlere, Hareket Ordusuna Karşı konulmaması ve kardeş kanı dökülmemesi gereği anlatıldı.
Cemiyet-i İlmiyye-i İslamiye yayınladığı bildiri ile baskı rejimini yıkanın ordu olduğu, eserine sahip çıkacağı, aşırılıklara kaçınılmamasını istedi.

20 NİSAN

Mahmut Şevket Paşa, Serez’den, İstanbul’a, Bakanlar Kurulu’na bir telgraf göndererek, memleketi bu sıkıntılardan kurtarmak amacıyla 2’nci ve 3’üncü Ordular’ın müşterek olarak harekete geçtiklerini bildirdi.
Mahmut Şevket Paşa, ayrıca, alınması gereken tedbirleri bildirmek ve bunların yürütülmesi hususunda izlenecek usulü görüşmek üzere bir heyetin de makine başına gönderilmesini istedi. Paşa, bundan başka şayet ordunun bu iyi niyetleri karşısında kararsızlık ve kaçamak yoluna sapılırsa her türlü şiddet tedbirine başvurulacağını haber veriyordu. Bunun üzerine Şurâyı Devlet Reisi Raif Paşa ile Maarif Nâzırı Abdurrahman Şeref Bey Babıâli telgrafhanesine gönderildi. Mahmut Şevket Paşa, alınmasını istediği tedbirleri telgraf başında şöyle sıraladı:
1-İstanbul’daki askerlerin hemen hepsi isyana katılmış olduğundan bu askerin İstanbul’da kalması halinde şehrin asayişinin bozulacağından, Padişah’ı koruyacak bir miktar asker bırakılıp geri kalanının terhisini, 3’üncü Ordu’dan bir fırkanın Davutpaşa ve Rami kışlalarında ikâmetini, İstanbul’un asayiş ve inzibatı için yalnız polis ve jandarmaların istihdamını,
2-İstanbul’da sıkıyönetim ilân edilmesini,
3-Osmanlı Mebusan Meclisi’nin Kanunu Esasi’ye uygun olarak toplanması, bir başkan seçmesi ve yine Kanunu Esasi’ye uygun olarak bir kabine kurulmasını,
4-Meclis’in matbuat, dernek, kulüp, miting ve serseri nizamnamelerinin tamamlanarak kanunlaşmasını sağlamasını, bunlar yapılıncaya kadar sıkıyönetimin yürürlükte kalmasını,
5-Bütün bu tedbirlerin alınması hususunda ordu kesin kararlı bulunduğundan bunların derhal uygulanmasını istiyordu.
Hareket Ordusu’nun öncü birlikleri Bakırköy’ü işgal ettiler. İstanbul’dan gelen pek çok üniversiteli öğrenci Hareket Ordusu’na gönüllü olarak katıldı.
Sabah gazetesi, İstanbul’u kuşatan ordunun sayısını tahminen 20.000 kişi, gönüllülerin sayısını ise 16.000 kişi olarak verdi.
İstanbul’da yayınlanan Osmanlı gazetesi baş yazarı Süleyman Nazif Bey, Küçükçekmece ve Yeşilköy’e gelen Hareket Ordusu birliklerini ziyaret etti.

21 NİSAN

Hareket Ordusu 1’inci Düzenli Tümen Kurmay Başkanı Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal imzasıyla 1 numaralı ordu emri yayınlandı.
Bu emrin birinci maddesi şöyle idi: “Hareket Ordusu, görevini sadece askerî yönden yapacaktır. Politik konular ve bu konuda İstanbul ile görüşme yapmak şimdilik görev dışıdır. Hiçbir rütbe sahibi, hiçbir kimse ile bu konuda konuşmaya ve Hareket Ordusu’nun kuruluşu dışında herhangi bir şahsın bu göreve katılmasına müsaade edemez.”
Aynı gün yayınlanan 2 numaralı emirle İstanbul ile temasın önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınması, bütün yolların gözetim altında bulundurulması, İstanbul’dan Hareket Ordusu’nu kışkırtmak üzere görevli olarak veya herhangi bir sebeple orduyla temas için gelecek kişilerle şüpheli olarak görülen kimselerin, muhafızlı olarak, ordu karargâhına gönderilmesi istendi.
Hassa Ordusu Komutanı Nazım Paşa ve bazı komutanlar, Hareket Ordusu’na silahla karşılık verilmesini Padişah Abdülhamit’ten istediler. Abdülhamit, “Paşalar! Ben askerimin arasında kan dökülmesini istemem” diyerek bu teklifi reddetti.
İkdam gazetesi, Hareket Ordusu’nun miktarını tahminen 50.000 kişi civarında olduğunu yazdı. Ayrıca Hadımköy’den Yeşilköy’e ilerleyen öncü fırkasında 36 adet top mevcut olup, bunların altısının uzun menzilli olduğu, altı adet de zırhlı harp otomobili (o dönemin tankı) olduğunu belirtti.
Selânik’te İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Merkezi’nde yapılan görüşmeler sonunda Hareket Ordusu’nda görev değişikliği yapıldı. Komutanlığa Hüsnü Paşa yerine Mahmut Şevket Paşa, Kurmay Başkanlığı’na da Mustafa Kemal’in yerine Enver Bey getirildi.
Durum Selânik’te İttihat ve Terakki genel merkezinde uzun müzakere ve tartışmalara yol açtı. Sonunda Hareket Ordusu Kumandanlığı’nın 3’üncü Ordu Kumandanı Şevket Paşa’ya, Kurmay Başkanlığı’nın da Berlin’deki ataşemiliterlik görevinden Selânik’e dönen Enver Bey’e verilmesine karar verildi. Bu yeni komuta kadrosu, Hareket Ordusu Yeşilköy’e gelir gelmez idareyi ele aldı.
Mahmut Şevket Paşa, Hareket Ordusu komutanlığını almak üzere Selânik’ten İstanbul’a hareket etti. Mahmut Şevket Paşa ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelenlerinden Hüseyin Cahit, Cavit ve Rahmi Beyler de İstanbul’a doğru yola çıktılar.
Süleyman Nazif Bey, Hareket Ordusu’nu ziyareti ile ilgili intibalarını Osmanlı gazetesinde yayınladığı makalesinde anlattı. Süleyman Nazif, makalesinde, bu orduyu bir asır önce II. Mahmut’u tahta çıkarmış olan Alemdar Mustafa Paşa ordusuna benzetiyordu. Ayrıca makalesinde Yüzbaşı Mustafa Kemal ile yaptığı görüşmeden de bahsediyordu.
Ahmet Rıza, Binbaşı Enver, Binbaşı Hafız Hakkı ve Binbaşı Fethi Beyler Yeşilköy’e geldiler.

22 NİSAN

Mahmut Şevket Paşa, Yeşilköy’e gelerek komutayı üzerine aldı. Bu sırada Hareket Ordusu’nun ilk komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa da Mahmut Şevket Paşa’nın emrine girdi. Mahmut Şevket Paşa ile Yeşilköy’e gelen kurmay subaylardan Binbaşı Enver, Binbaşı Hafız Hakkı ve Binbaşı Fethi Beyler de ordunun diğer birliklerinde kurmay sınıfına ait olan görevlere getirildiler. Bu sırada Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal’in 1’inci Düzenli Tümendeki kurmay subaylık görevi yine devam etmekte idi.
İstanbul’da Mebusan ve Ayan Meclisleri üyelerinin katılmalarıyla “Meclisi Milli“ namı altında Yeşilköy’deki Yat Kulübü’nde Sait Paşa başkanlığında toplandı.
Taşkışla, Taksim ve Selimiye kışlalarının muhasarası sonunda zabit ve asker şehit ve yaralı sayısının ilk tahminlerin üstünde olduğu anlaşıldı. Ordu halkı heyecana sürükleyecek haberlerden kaçındığı için tafsilat neşredilmedi. İstanbul’da bulunan Mebusan ve Ayan Meclisleri üyelerinin katılmalarıyla “Meclis-i Milli” namı altında Ayastefanos’taki (Yeşilköy’deki) Yat Kulübü’nde 22 Nisan 1909 Perşembe günü yapılan toplantıya Sait Paşa başkanlık ediyordu.
Mebus arkadaşlarımızdan bir kısmı toplantıya Ahmet Rıza Bey’in başkanlık etmesini arzuluyordu. ... Hal ve tavrından Ahmet Rıza Bey’in,başkanlık makamını, Sait Paşa’ya bırakmak istediği anlaşılıyordu. Sait Paşa, kendisine, benzer bir hadisede Fransız Mebuslar Meclisi ve Senatosu’nun müşterek toplantısında vazifenin Ayan başkanına verildiğini de hatırlatmıştı. Ahmet Rıza Bey manidar bir tebessümle:
“Sait Paşa hazretleri, bu tarihî toplantının başkanlığına kendisini lâyık görüyor” dedi.
Yat Kulübü’nün yemek salonuna sıra halinde sandalyeler dizilmiş, orkestraya mahsus yüksekçe mahalde başkanlık divanı için hazırlanmıştı. Sadrazam Tevfik Paşa gelememişti. Hükümetten Maarif Nazırı Abdurrahman Şeref Bey’le, Hariciye Nazırı Rıfat Paşa ve Ticaret-Nafıa Nazırı Naradunkyan Efendi vardı.
Evvelden hazırlanmış gündem yoktu ve toplantının asıl maksadı, memlekete ve dünyaya, parlâmentonun vatan mukadderatına ve rejime hakim olduğunu göstermekti.
Sait Paşa, Mebusan Meclisi divan katipleri Yusuf Kemal ve Ali Münif Beylere sağ ve solunda, ellerinde kabarık iki dosya ile yer verdiğini görünce hayret ettim. Bunlar Mebusan ve Ayan Meclis’lerine memleketin dört bucağından gelen protesto telgrafları idi. Siyasi parti olarak biz. İttihat ve Terakki ile Ahrar Partisi’nin meslek teşekküllerinin telgrafları ve çok sayıda imzalı şahsî telgraflar....
İfade, üslûp, lisan farklarına rağmen, istisnasız hepsi isyanı nefretle reddediyordu. Beklenilmeyen tarafı Padişah’ın açıkça ve sarahatle suçlanması idi. Çok yerlerde, son Cuma namazındaki hutbede Sultan Hamit’in isminin zikredilmediği açık açık anlatılıyordu
Protestoların büyük bölümünde bu kaydın bulunması, Meclis’te beklenilmeyen bir hava meydana getirdi ve diyeceğim ki zamanlardır, bilhassa Meşrutiyet’in ilân günlerinde düşünülmüş, fakat ifadesini bulamamış hissinin cümleleşmesi halinde salonda adeta uğuldadı:
“Yeter artık !...Yeter !..Hal !..Hal !..”
Hal’in (Padişah’ın tahttan indirilmesi), ilk defa bu şekilde açığa çıkışı, Meclis’i oluşturan parti ve grupların evvelden alınmış prensip kararı değildi, fakat karşı fikir de olmadığından bir anda yaygınlaştı.
.............
Sadrazam Tevfik Paşa, Meclis toplantısının son bulmasından sonra geldi ve Sait Paşa, Ahmet Rıza Bey, benimle (Talât Paşa) görüştü. Padişah’ı o sabah görmüştü. Padişah kendisinden isyanın bastırılması üzerine izahat almış...
“Padişah, oluşundan büyük bir teessür duydukları üzüntü veren olay için enine-boyuna tahkikat icrası ile hakikî sorumluları kimlerse, gerçek suçluların meydana çıkarılmasını arzu etmektedirler.”
Yeşilköy toplantısını yapanlar ve Padişah hakkında hal kararı alanlar, Sadrazam Tevfik Paşa’ya gönderdikleri telgrafta, Padişah’a karşı bir hareket olmadığını bildirdiler.
Büyük devletlerin İstanbul’da görevli elçileri, kabineye ve Hareket Ordusu Komutanlığı’na bir muhtıra göndererek, İstanbul’da iki ordu arasında kan dökülürse, devletlerinin deniz harekâtına girişmeye kararlı olduklarını bildirdiler.
Mustafa Kemal, kendi el yazısı ile Harp Ceridesi’ne şu notu koydu: Büyükhalkalı, 22/23 Nisan 1909 son hattan yapılan yürüyüş ve icraat ve sonra İstanbul’a giriş hakkında tümen kurmayınca düşünülen tertip ve plân, Kurmay Başkanı Mustafa Kemal Bey tarafından Mahmut Şevket Paşa Hazretleri’ne arz edilmiş ve kendileri tarafından olduğu gibi kabul edilerek yalnız evvelki sayfalarda geçen noktalar komutan tarafından Mustafa Kemal’e not ettirilmiştir. Bu hareket ve giriş plân, 2 ve 3 numaralı Ordu amirlerinden anlaşılır. Ancak 3 numaralı emirdeki kolların emirdeki kolların kuvvetleriyle kol komutanları Pertev Paşa tarafından tayin edilmiştir.

23 NİSAN

Sultan Abdülhamit,Yıldız Hamidiye Camii’nde son Cuma namazını kıldı. Son Cuma selâmlığı yapıldı. 23 Nisan 1909 günü II. Abdülhamit’in son Cuma selâmlığı icra edildi. Bu tören, devlet ricalinden çok az kimselerin katılımı ile gerçekleşti. Bu arada selâmlık törenine katılmak üzere İstanbul’un sur dışında bulunan Davutpaşa ve Rami kışlalarındaki askerler Yıldız Sarayı’na gidince, Hareket Ordusu birlikleri mukavemetsiz bir şekilde bu kışlaları kontrol altına aldı.
Mahmut Şevket Paşa, Padişah Sultan Abdülhamit’e gönderdiği telgrafında, bağlılığını bildirdi. Gelen ordunun Kanunu Esasi’yi ve Padişah’ı korumak emelinde olduğunu açıkladı.
Hareket Ordusu, dört koldan İstanbul üzerine yürümeye başladı. Akşam üstü, Davut Paşa ve Rami kışlaları isyancılardan temizlendi. Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, Davutpaşa Kışlası’nın kontrol alınması ile görevli kuvvetlerin başında idi.
Mebusan ve Âyan (Senato) Meclisleri’nin “Meclisi Milli” halinde toplanmaları devam etti. Sadrazam Tevfik Paşa, Yeşilköy toplantısını yapanlarca gönderilen telgrafı Padişah’a okudu.
Sadrazam Tevfik Paşa, bir önce kendisine gönderilen telgrafı Padişah’a okur. Meclisi Millî adı altında yapılan Yeşilköy toplantısının elebaşıları Sait Paşa ve Talat Bey bu telgraflarında yalan söylerler ve derler ki: “Saltanatta bir değişikliğe ait bir karar alındığı yolundaki haberler külliyen asılsızdır. Meclisi Millî Hareket Ordusu’nun saltanat ve padişah efendimizi muhafaza için geldiği anda yapılan karşılama, bu ulvi gayenin gerçekleşmesini kolaylaştırmak içindir.”
Sultan Hamit’in dudaklarında bir tebessüm. Bu telgraf alındığı zaman hal’ kararı çoktan kararlaştırılmış ve hattâ Elmalılı Küçük Hamdi Efendi’nin hal’ müsveddesi bile onaylanmıştır.
Saat 19.30’ da Sadrazam Tevfik Paşa yeniden huzura girer. Bu sefer elinde Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa’nın telgrafı vardır. Kuzeye bakan odada Padişah’a anlatır ki, Mahmut Şevket Paşa da hal’ konusunda şehirde dolaşan rivayetleri yalanlamaktadır. Sultan Hamit bir an düşünür sonra konuşur: “Benden değil kendilerinden korku ve endişelerinin ifadesidir, her iki telgraf ... Korkak yalan söylerse dediğinin aksini yapacak demektir.”
Sonra, “yorgunum, kendimi suyun akıntısına bırakacağım. Yalnız 1’inci Ordu birliklerine emir veriniz, silahla mukabele etmesinler” diye konuşur.

24 NİSAN

Hareket Ordusu İstanbul’a hakim oldu. Topkapı ve Edirnekapı’dan ilerleyen hareket ordusu birliklerinin yollar üzerimdeki askerî karakolları teslim alarak Harbiye Nezaretini isyancılardan temizlemiştir. Taksim kışlasında ve Taşkışla’da karşı koyan asiler bombardıman edilmiş ve açılan ateş sonunda teslim olmak zorunda kalmışlardır. Mahmut Şevket Paşa İstanbul halkına bir bildiri ile isyanın safhalarını özetledi ve hiçbir şer kuvvetinin meşrutiyeti yıkamayacağını Anayasanın hükümlerinin sonuna kadar yürürlükte kalacağını bildirdi.
Meclisi Milli toplantıları Cumartesi günü de devam etti.

25 NİSAN

Hareket Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa isyanın tamamen bastırıldığını söyledi. Hareket Ordusu Komutanlığı, bir bildiri ile İstanbul’da sıkı yönetim ilan edildiğini, kararın, Millî Meclis’e bildirildiğini ve parlamentonun da kararı tasdik ettiğini duyurdu.
25 Nisan Pazar sabahı, daveti üzerine Mahmut Şevket Paşa ile Davutpaşa kışlasında buluştuk. İsyanın tamamen bastırıldığını, Yıldız Sarayı’nın tam bir muhafaza altında olduğunu sıkı yönetim ile sükûn ve asayişin kat’iyetle temin edildiğini, isyanın hareket merkezi olan Ayasofya Meydanı’nın temizlendiğini, Meclis binasının dışında ve içindeki tahribatın tamir edildiğini ve Meclis’in asıl binasında toplanmasının mümkün ve tercihe şâyân olduğunu söyledi.
Şehirde tabiî hayat geri dönmüştü......
Veda sırasında sordu:
“Sultan Hamit ne olacaktır?”
Meclis’te, protesto telgrafları okunurken, meydana gelen menfi tezahüratı ve bu arada “Hal !.. Hal!..” feveranını elbette duymuştu. Tereddütsüz cevap verdim (Talât Paşa):
“İttihat ve Terakki olarak ilk teklif bizden gelmeyecektir....”
Ermeniler, Adana’da ikinci defa ayaklandılar. Bu ayaklanma yalnız Adana’da oldu ve hükümet kuvvetleri ile bastırıldı. İngiliz elçisinin 4 Mayıs günü hazırladığı raporda, Adana olaylarında, Ermeni Patriği Mouchegh Efendi’nin büyük ölçüde mesuliyeti olduğunu yazdı.
Adana’daki Ermeni olayları üzerine Cemal Paşa Adana’ya vali olarak gönderildi. Cemal Paşa, Divanı Harp kurar. 9 Mayıs günü suçlu Ermeniler’in yanı sıra 46 Türk’ü de astırır. Ermeniler Adana’da ayaklanır, Türkler’i katletmeye başlarlar. Türkler, canlarını ve ırzlarını korumak amacıyla Ermeni canilerine karşı koymuşlardır. Ama Cemal Paşa, onları da suçlu bulmuştur. Cemal Paşa’nın bu konuda İstanbul’a çektiği telgraf aynen şudur: “Ermeniler’in isyanını bastırdım. Sanıkları yakaladım. Cezalandırıp infaz ettim. Ermeni’ye mukabil içlerinde Bahçe ilçesi müftüsü de bulunan 46 Türk’ü astırdım.”

26 NİSAN

Hareket Ordusu Millî Meclis’in, asıl yeri olan Ayasofya’daki binasında huzur ve emniyet içinde görevini devam edebileceğini bildirdi. Bunun üzerine Milli Meclis, kendi binasında toplanma kararı aldı. Sadrazam Tevfik Paşa ise, istifaya hazır olduğunu açıkladı. “Ben görüşüm alınmadan, bir emri vaki ile belde kan ve ateş içindeyken Sadaret Makamı’na (Başbakanlığa) getirildim. Ne icraatın mümkün ne hizmetin makbul olamayacağını biliyorum...Ben istifaya hazırım” dedi.

27 NİSAN: ABDÜLHAMİT TAHTTAN İNDİRİLİYOR

Mebusan ve Âyan (Senato) Meclisleri’nin birlikte toplanarak oluşturdukları Millî Meclis’in, birkaç gün önceki toplantısında kararlaştırılan Padişah Abdülhamit hakkındaki hal kararını görüşmeye başladı. Meclis gizli oturum kararı aldı Şeyhülislam ve Fetva Eminin Meclise davet edilmesi kararlaştırıldı.
Millî Meclis, 27 Nisan Salı günü öğleden sonra toplandığında, Reis Sait Paşa’nın toplantının gizli olması teklifi kabul edildi. Çok söz isteyen vardı. En ön sırada oturan Gazi Ahmet Muhtar Paşa kürsüye doğru ilerleyince, dikkatler emektar askerin üzerinde toplandı. O tarihte 70 yaşında olmasına rağmen dinç, hızlı adımlarla kürsüye çıktı ve şöyle dedi :
“Paşalar!... Beyler!.. Efendiler!... Beni dinleyiniz. Cenab-ı Allah bugün Meclis-i Millî’ye büyük bir vazife verdi. Memleketin selâmeti, vereceğiniz karara bağlıdır. Meselenin mahiyeti cümlece malumdur. Bu kadar sene mutlak hükümran olarak Padişahlık yapmış zat, bugün sizin kararınız önündedir. Osmanlı tarihi meydandadır. Saltanat değişikliği zaman zaman ölümle neticelenmiştir. Bugün milletin şanına yakışan O’ nun hayatını muhafaza ederek saltanat değişikliğini yapmaktır.”
Hal’in Gazi Ahmet Muhtar Paşa gibi bir şahsiyet tarafından bu şekilde apaçık ortaya konulması, istisnasız bütün Meclis’in uzun uzun devam eden alkışlarıyla karşılandı. Eliyle sükût işareti yapan Paşa, sözüne devamla, Osmanlı Devleti, Kanuni Esasî’si ile de bir İslâm devleti olduğundan şeriat hükümlerine göre hal’in şart saydığı fetvanın hazırlanması için Meclis’çe seçilecek bir heyetin Şeyhülislâm ve Fetva Emîni’ni Meclis’e davet etmesini teklif etti. Meclis bu tarihi vazifeye, teklif sahibi Ahmet Muhtar Paşa ile ulemadan Manastırlı İsmail Hakkı ve Mustafa Asım Efendilerle beni Meşihat makamına giderek Şeyhülislâm Mehmet Ziyaeddin Efendi ve Fetva Emîni Hacı Nuri Efendi’ye Meclis’in arzusunu izah ve kendilerini davete memur etti.
Fetva Emîni Hacı Nuri Efendi, Meclis’in kararını onaylamak istemedi. “Bırakınız, kendi kendisini azletsin” dedi. Ancak, yapılan baskılar sonunda fetva imzalandı.
Talât Bey, fetvanın imzalanmasını şöyle anlatır:
Bu tarihi karar gününde, medeni cesareti, metaneti, ilmî kifayeti ile takdire lâyık Fetva Eminî Hacı Nuri Efendi’nin Meclis’in, hal’deki kat’i kararı önünde şu sözlerini daima hayranlıkla hatırlamışımdır (Talât Bey): Dolu dolu gözlerle başını, kaderin bu tecellisine karşı “ibret alınsın” dercesine sallayarak: “Tarih meydanda...Hal’de asla hayır yoktur. Eğer kararınız kat’i ise, bari bırakınız, kendi kendisini azletsin, tahtından feragat etsin. Zaten bunu, şu uğursuz isyanla alakası olmadığının tahkik ile karara bağlanması halinde, kendisi istiyormuş. Ben soyut hal’i karara bağlayan fetvayı imzalayamam. İşte Şeyhülislâm hazretleri buradalar. Kendileri Fetva verenin mutemedidir kanunen güvenilir adamdır. İmzalasınlar...” dedi. Biz Ahmet Rıza Bey'in makam odasında bunları görüşürken, gizli oturum devam ediyordu ve ne kimse dışarı çıkabiliyor, ne kimse içeri girebiliyordu. Bir ara Ahrar Partisi Reisi İsmail Hakkı Paşa yanımıza geldi ve “İçerde heyecan var, rica ederim kararınızı bir an evvel veriniz” dedi.
Fetva Eminî Hacı Nuri Efendi’nin ısrarı karşısında Şeyhülislâm Mehmet Ziyaeddin Efendi mütereddit ve huzursuzdu. .. İstanbul Mebusu Mustafa Asım Efendi Fetva Eminî’ni, yandaki küçük bekleme odasına davet etti ve kısa zaman sonra döndüler.
Dönüşlerinde Hacı Nuri Efendi ağlayarak :
“Rica ederim... Bari bırakınız, kendi kendisini azletsin... İlk defa Hal’in bu şeklini reye koyunuz” dedi ve fetvayı imzaladı.
...Daha sonra öğrendim ki, Mustafa Asım Efendi, “Eğer sen bunu imzalamazsan, Sultan Hamit öldürülebilir ve iki dünyada mahkûr ve mel’ûn olursun. Merak etme, hayatı müemmendir. Onun bundan sonra saltanatın da ne kendisi için, ne vatan için faide vardır” demiş ve imzaya ikna etmişti.
Milli Meclis, Abdülhamit’in hal kararını oybirliği ile verdi.
Talât Paşa gelişmeleri şöyle anlatmaktadır :
Fetvayı alınca, Sadrazamla benim odamda görüşmekte olan Sait Paşa’nın yanına gittik.
İçeri girdiğimizde Âyan Reisi ile Sadrazam Tevfik Paşa’yı yüksek sesli münakaşa halinde gördük. İkisi de Sultan Hamit’in bendesi ve öz adamı olan iki yaşlı vezir birbirlerini itham ediyorlardı...
.... İkisi de bizi görünce sakin görünmeye çalışarak merakla yüzümüze baktılar. Ahmet Rıza Bey, bir devri kapayacak olan şer’i kararı Sait Paşa’ya uzattı ve Sultan Hamit’in eski sadık adamına, “İşte istediğin oldu” dercesine :
“Buyurunuz Paşa Hazretleri!...” dedi.
Salona girdiğimizde ... Sait Paşa’nın, kendi kendisini azil veya feragat şıkkını bir tarafa bırakıp, fetvanın ikinci şıkkı olan hal’i millî iradeye takdimi öne alarak:
“Efendiler... bilinen sebeplerden dolayı ve okunan fetva gereğince, Sultan Abdülhamit’in Saltanat tahtından ve hilâfetten hal’ine karar veriyor musunuz.?”
Sait Paşa, ayakta olan topluluğa bakmış, iki istisna, onun gibi herkesin dikkatini çekmişti. Bunlar, senatör Sahib Molla ile yine senatör Rum Yorgiyadis Efendi idi. Yorgiyadis Efendi’nin yanındakiler, kendisinin “Yapmayın günahtır!.. Bırakın kendisi çekilsin!...” diye bağırdığını söylediler. Sait Paşa bu iki zatın kalkmadığını görünce onlara doğru bakarak:
“Müsaade buyurunuz... Kalkmayanlar var... İttifakla mı, ekseriyetle mi?” sorusunu sorunca bazı Mebuslar ve Âyan azası, Yorgiyadis Efendi’nin üzerine yürüyünce, onlar da ayağa kalktılar ve bunun üzerine Sait Paşa:
“İkinci Abdülhamit oybirliği ile saltanat makamından, tahttan ve halifelikten indirilince, Kanunu Esasî gereğince meşru veliahd olan Mehmet Reşat Efendi tahta geçişini kabul ve ilan ediyor musunuz?” sorusunu sordu. Mebuslar ve Senato tek ses halinde “Yaşasın Padişahımız Sultan Beşinci Mehmet” avazeleri arasında oylarını bildirirler.
Millî Meclis tarafından yeni Padişah seçilen Beşinci Mehmet’e “Mehmet Paşa” denilmesi teklif edildi ve kabul edildi.
Sultan Hamit’in hal kararını kendisine bildirilmesi için Mebuslar Meclisi’nden ve Senato’dan ikişer kişiden oluşan dört kişilik bir heyet tarafından tebliği kabul edildi.

BİR ARNAVUT, BİR YAHUDİ VE BİR ERMENİ

Hal kararının tebliğini ilk önce, Abdülhamit’in bir çok seneler yaverliğini yapmış, onun sayesinde korgenerallığa yükselmiş olan Arif Hikmet Paşa üstlendi. Diğerleri ise şunlardır: Dıraç (Arnavut) Mebusu Esat Paşa, Selânik Mebusu (Yahudi) Karasu Efendi ve (Ermeni) Aram Efendi’dir.
Abdülhamit, hal kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu sorup öğrenince: “Bir Türk Padişahı’na, bir İslâm Halifesi’ne hal kararını bildirmek için bir Arnavut, bir Yahudi, bir Ermeni ve bir nankörden başkasını bulamamışlar mı?” demiştir.
Ermeni Aram Efendi, Yahudi Karasu Efendi ve Arnavut Esat Paşa. Bu kişilerin Abdülhamit ile olan ilişkileri nedir? Ermeni milletvekillerinden Aram Efendi...Türk vatanı üzerinde Ermenistan kudurtmayan Türk hükümdarından, kahpece bir intikam alınır. Selânik milletvekili Karasu Efendi... Bu adam Filistin’deki Yahudi vatanı isteyen Musevi ajansının temsilcisi Thedor Herz yıllar önce Padişah tarafından huzurdan kovulduğu vakit, ona aracılık ve vatan emlâkçılığı yapan kişidir. Yani, “intikam iki” dir. Dıraç (Arnavut) milletvekili Esat Toptani. Padişah’ın eski yaverlerindendir. İki sene sonra İşkodra’yı ve kuvvetlerini Balkan Savaşı’nda görülmemiş bir ihanetle düşmana teslim edip bağımsızlık isteyecek rezildir. Bahriye generali Arif Hikmet. Yine Padişah’ın eski yaveri ve eski sadık adamıdır. Ya başkası. .. Başkası yoktur.
Abdülhamit’in Çırağan Sarayı’nda oturmak istedi. Ama bu isteği kabul olunmayarak Selânik’e gönderildi.
Mahmut Şevket Paşa, Sultan Hamit’in Selânik’te ikamet etmesi gerektiğini Talât Bey’e bildirdi. Talât Bey, bu görüşmeyi şöyle anlatmaktadır:
Mahmut Şevket Paşa, Meclisi Millî’nin hal kararı üzerinde benden bilgi aldıktan sonra dedi ki:
“Meclis Heyeti Hal’i tebliğ ederken kendilerine Saray’da katılacak olan Albay Galip Bey de, Sultan Hamit'e Selânik'te ikamet edeceğini bildirecektir. Kendisi Çırağan Sarayı'nda kalmak istediğini Sadrazam Tevfik Paşa’ya bildirmiş. Arkadaşlarla görüştük. Burada kalması, şahsı için sakıncalı olabilir. Alâtini Köşkü’nün ikamet için hazırlanması emirleri verildi. Muhafız olarak refakatinde bulunması tabii ve zarurî hizmete çok talip var. Ben kendi devrinde salahiyetli vazifelerde bulunmamış genç şahsiyetleri tercih ediyorum. Bilmiyorum, sizin fikriniz nedir?”
Ne hal’in tahakkuk ve tatbik tarihi, ne de böyle bir kararın neticeleri üzerinde İttihat ve Terakki ile Ordu arasında evvelinden mutabakat yoktu ve olamazdı.... Çünkü bizim asker kanadımız, Meşrutiyet’in ilânında gösterdikleri hizmet ve himmete rağmen yaş olarak genç, rütbe olarak yarbaylıktan ileri geçebilmiş değillerdi. Büyük bölümü yüzbaşı-binbaşı idiler. Fakat hemen, hemen nadir istisnalarıyla erkânı harbdiler ve Avrupa’da ihtisas yapmışlardı. Büyük askeri birliklerin başındaki çok yaşlı ve aralarında neferlikten gelmiş alaylı yüksek rütbelilerin adeta fikir ve tatbikat varlığı idiler. İlk hizmet çağlarında, geniş vatanın muhtelif yerlerinde bulunmuşlardı... mülkî yani sivil kanada göre daha çok malumatlı, memleket gerçeklerine aşina, bilhassa mükemmel tatbikatçı idiler.
Paşa’ya fikrine iştirak ettiğim cevabını verince sordu:
“Çok güzel...O halde bana bir isim verebilir misiniz?”
Biraz düşündüm ve:
“Vallahi Paşam, evvela haberden şaşırdım. Biz siviller, siz askerlerinki kadar geniş bilgili olamıyoruz. Sultan Hamit'in İstanbul’da bırakılmaması ihtimalini sohbet sırasında bile düşünen arkadaşımız çıkmamıştı.... Devrinin müşirleri, mareşalleri, orgeneralleri olduğu gibi bizim genç zabitler arasında da istisnasız hepsi muhafızlık vazifesine taliptirler. Fakat madem ki bana sordunuz, tereddütsüz bir isim vereyim taliptirler. Fakat madem ki bana sordunuz, tereddütsüz bir isim vereyim: Kurmaysubay Binbaşısı Ali Fethi’yi tavsiye ederim....”
Mahmut Şevket Paşa.... rahat bir nefes aldı:
“Bizim Fililepeli Fethi değil mi? Emin olun benim de düşündüğüm isimlerin başında o vardı. Çok muvafık.... Malûmatlı, mutedil efkârlı, şahsiyet sahibi bir zabittir. Her itibarla itimada lâyıktır.” dedi.
Meclis, Gazi Ahmet Muhtar Paşa başkanlığında iki Türk, bir Rum ve bir Ermeni üyeden oluşan bir kurulu Mehmet Reşat’a göndererek, yeni Padişah olduğu haberini verdiler. Mehmet Reşat, kurulu Beşiktaş Sarayı’nda kabul etti.
Hareket Ordusu İstanbul’daki görevini tamamlamıştı. Daha fazla burada durmak gerekmiyordu. Bu sebeple 30 Nisan 1909 tarihinde Hareket Ordusu birlikleri Selânik’e geri dönmeye başladılar.
Başta İstanbul ve Selânik olmak üzere bir çok merkezde, 1 Mayıs günü “İşçi Bayramı” kutlandı. İstanbul’da “İşçi Kulübü” ve “Amele” gazeteleri kuruldu.

YENİ HÜKÜMET

Tevfik Paşa, 05 Mayıs günü Sadrazamlık’tan istifa etti. Yerine Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. Hüseyin Hilmi Paşa ikinci defa Sadrazam oluyordu.
Hüseyin Hilmi Paşa Kabinesi başlıca üç problemi çözmek zorunda idi. Bunlardan biri düzenin korunması, öteki de Harp Divanı kararlarının yürütülmesi ve yeni düzene karşıt bulunan memurları temizlemekti.
Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, bu günlerde rahatsızlanarak 15 Mayıs günü İstanbul Gülhane Hastahanesi’ne yattı. Üç gün tedavi gördükten sonra 18 Mayıs’ta taburcu oldu. Mustafa Kemal, taburcu olur olmaz, Tümeni’nin kurmay heyetiyle birlikte Selânik’e döndü. Burada eski görevi olan 17’nci Redif Tümeni Kurmay Başkanlığı ile birlikte Selânik-Üsküp demir yolu müfettişliği görevine devam etti.

VARDAR’DA TATBİKAT

Vardar nehri havzasında Haziran ayında tatbikat yapılır. Bu tatbikatta Alman Mareşal Von der Goltz, Mustafa Kemal’in planını uygulamayı kabul etti.
Mustafa Kemal Makedonya’dadır. Yıl 1909 yazıdır. O Selânik’teki Büyük Komutanlık Kurmay Heyeti’nde Kıdemli Yüzbaşı rütbesinde bir subaydır.
Osmanlı Ordusu hizmetinde bulunan Almanyalı Mareşal Vonder Goltz, Makedonya’daki Türk Ordusu’na garnizon tatbikatı yaptırmak üzere Selânik’e gelecektir.
Büyük Komutanlık Kurmay Heyeti’nde, talim ve terbiye masası şefi olan Mustafa Kemal, Mareşal Vonder Goltz gelmeden evvel Selânik civarında tatbikatını uygun gördüğü bir meseleyi hazırlamakla meşguldü.
Mustafa Kemal Komutan Hâmi ve Kurmay Heyeti Reisi Ali Rıza Paşalar’ı haberdar etmek istiyor. Paşalar, Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal’in bu cüretini hayretle karşılıyorlar.
Mustafa Kemal buna şu cevabı veriyor:
-“Büyük alim, filozof, Silahlı Millet yazarı olan Goltz’dan istifade etmek, üzerinde durulacak önemli bir noktadır. Ancak, Türk Kurmay Heyeti ve komuta heyetinin, kendi vatanlarını nasıl müdafaa etmek lâzım geleceğini gösterebilmeleri elbette ondan daha çok mühimdir. Bir de, buraya yorgun gelecek olan Mareşal’e fazla külfet yüklemek de münasip olur kanaatindeyim.”
Mustafa Kemal’in bu hareketini doğru bulmayanlar henüz kanaatlerini değiştirmemişlerdir. Bunun üzerine Mustafa Kemal daha ileri giderek:
-“Efendim”, “benim hazırlayacağımı Mareşal’e göstermek ayıp değildir. Bunun aksi ayıptır. Benim planım Mareşal’in fikrine uygun düşmez veyahut Mareşal benim eserime ilgi göstermezse, kendi isteğini tatbik ettirmek onun elindedir. Fakat bütün Makedonya’ya şâmil büyük bir Türk Ordusu komuta ve hiç bir müdafaa tertibatı olamaz insanlardan teşekkül ettiği fikrini onda uyandırırsak, işte Türklüğe ve Türk askerliğine yakıştırılmayacak hareket bu olur.”
Mareşal Goltz Selânik’e gelmiştir ve Splandit-Palas’tadır. O günün gecesinde Mustafa Kemal bu otele ve Mareşal’in yanına gitmek üzere bir davet alıyor. Mustafa Kemal’i otel koridorunda karşılayan Genelkurmay Başkanı’nın yüzünde müjdeleyici bir ifade vardır. Mareşal’in bulunduğu salona giderken, Genelkurmay Başkanı bu müjdeyi Mustafa Kemal’e bildiriyor: Kendisinin planını Mareşal çok beğenmiştir. Ancak bazı açıklama almaya lüzum gördüğünden plân sahibini davet etmiştir.
Mustafa Kemal: “Merak etmeyiniz, icap eden açıklamayı yaparım” sözü ile muhatabını tatmin ederken, holde Mareşal’le karşı karşıya geliyor. Salona giriyorlar. Masa üstünde bir büyük harita durmaktadır. Komutan Genelkurmay Başkanı ayakta dinliyorlar. Yalnız Mareşal ile Mustafa Kemal konuşmaya başlıyorlar. Münakaşa ediliyor ve karar veriliyor: Mustafa Kemal’in plânı tatbik edilecektir.
Ertesi gün, Vardar nehri havzasında tatbikat başlıyor, karşılıklı kuvvetler harekete geçiyorlar. Bir muharebe tatbikatı yapılmaktadır. Muharebenin cereyanı esnasında Mareşal Goltz, Mustafa Kemal’i aratıyor. Yanında bulunmasını emrediyor ve: “Bana yardım ediniz” diyor. Mareşal’in hakkı vardır. Çünkü kendisi araziye yabancı, o havaliyi Mustafa Kemal kadar tetkik etmek fırsatını bulamamıştır, bir de bu meseleyi tertip eden kendisi değil, Mustafa Kemal’dir.
Manevra bittikten sonra tenkit yapılacaktır. Bunu yapan bizzat Mareşal olmuştur. Bu tenkitten bütün komutan ve Genelkurmay Heyeti memnun olmuş ve yararlanmıştır. Mustafa Kemal’in kanaatine göre, Almanyalı Mareşal’in tenkiti, herkeste şu intibaı bırakmıştır.
“Komutanlar aşağı derecedekilerden alim olmalıdırlar.”
17 Haziran 1909 tarihli Tanin gazetesinin haberinde, dil konusunda Anayasa değişikliği gündeme gelince, İttihatçılar, devletin dili Türkçe’dir dedi. Rumlar ve diğer Hıristiyanlar karşı çıktılar.

İSYANCILAR CEZALANDIRILDI

Sıkıyönetim Mahkemesi, 08 Temmuz günü, uzun süren bir yargılamadan sonra, suçlu oldukları belli olanlardan 49 kişiye, asılmak suretiyle ölüm cezası verdi. Derviş Vahdeti de ölüm cezasına çarptırıldı.
Sıkıyönetim Mahkemesi 31 Mart Ayaklanması’nda suçlu oldukları belli olanlardan 49 kişiyi asılmak suretiyle idam, 37 kişiyi süresiz hapis ve kalebentlik, 390 kişiyi hapis, 139 kişiyi de sürgün cezalarına çarptırdı. İdam edilenler arasında yaverlerden Kabasakal Mehmet Paşa, Erzurum Garnizon Komutanı Yusuf Paşa, Abdülhamit’in Baş Musahibi Cevher Ağa, Taşkışla Taburları Komutanı İsmail Hakkı ile Volkan Gazetesi sahibi Derviş Vahdeti vardır. .. Bundan başka ayaklanmayı başlatan Dördüncü Avcı Taburu’ndan Binbaşı Ali Kabuli’yi şehit eden denizcilerden birçok er ve erbaş idam edilmiştir.
Sıkıyönetim Mahkemesi, ölüm cezasını bildirdiği zaman Derviş Vahdeti kendisini müdafaa yolunda, Hareket Ordusu Komutanlığı’na bir dilekçe vermişti.
Kendisine göre uzun, uzun müdafaasını yaptıktan sonra dilekçesinin not kısmına şöyle diyordu:
“Ben irsî (anadan, babadan geçme) deliyim. Öyle ki, çok zaman yazdığım şeylerin faydasını, zararını düşünemeyecek kadar deliyim. Cezai ehliyetim yoktur! Bırakın beni!”

CUMALI TATBİKATI

19 Ağustos’ta Cumalı’da bir tatbikat yapılır. Mustafa Kemal, 3’üncü Ordu Kurmay Başkanı Ali Rıza Paşa’nın refakatinde bu tatbikata katıldı. Bu tatbikatlar 01 Eylül’de sona erdi. Daha sonra ise, Mustafa Kemal, bu tatbikatla ilgili hatıralarını bir kitap olarak bastırdı.
Ali Fuat Bey, daha sonra Mustafa Kemal’den dinlediği bu tatbikatı şöyle anlatmaktadır:
Mustafa Kemal, Köprülü civarında Cumalı’da süvari alayları arasında yapılacak tatbikat talimlerini denetlemek için giden 3’üncü Ordu Kurmay Başkanı Ali Rıza Paşa’nın refakatinde bulunmuştu. Talim ve terbiye maksadıyla bir süvari tugayının toplanması yıllardan beri görülmemişti. Kurmay başkanlarının ve ordu kumandanlarının manevra meydanlarında bulunmaları da o zamana kadar vaki olmamıştı.
Mustafa Kemal’in arkadaşı Ali Fuat, tatbikatı şöyle anlatmaktadır: Tatbikat 19 Ağustos 1909’da başlamış ve 01 Eylül’de sona ermişti. Mustafa Kemal gördüğü hataları en ağır şekilde tenkit etmekten çekinmemişti.
Tatbikatı yapan süvari tümeninin komutanı Suphi Paşa idi. Meşrutiyet’ten sonra Giritli İsmail Paşa, Harbiye Nezareti’nde Süvari Dairesi Başkanlığı’na getirilince, onun yerine tayin edilmişti. Ben (Ali Fuat) de kendisine bir iki ay kadar kurmay başkanlığı yapmıştım. Almanya’da tahsil görmüş mahir bir binici idi. Fakat askerlik sanatını anlamış bir kumandan değildi. Mustafa Kemal’e Suphi Paşa’yı ben takdim etmiş, aramızdaki rütbe ve yaş farkına rağmen arkadaş olmuştuk. İkimizi de severdi.
Mustafa Kemal, Cumalı tatbikatından bahseden mektubunda, özet olarak şöyle diyordu: “Cumalı manevralarında rütbem ve yetkim elverişli olmadığı halde aşırı yaşlılar karşısında dayanamadım. Paşayı bütün subaylar da hazır bulunduğu halde acı bir lisanla tenkit ettim, müteessir oldu. Fakat bana gücenmedi. Hattâ:
-Ali Fuat Bey’e mektup yazarsanız, selâmımı unutmazsınız.
Dedi. Söz verdim. Hareketim belki disipline aykırıdır. Fakat Almanya'da tahsil gören bu Paşa komutanlık sanatına çalışmazsa, görmeyenleri ile ne yapacağız? Küçükleri tarafından tenkit edildiğini gören komutanlarımız, belki çalışarak vazifelerinin ehli olurlar.”
İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Taşnak Komitesi İstanbul Heyeti arasında 03 Eylül tarihinde bir anlaşma yapıldı.
Mustafa Kemal, 06 Eylül 1909’da 3’üncü Ordu Subay Talimgahı Komutanlığı görevine atandı.

İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN İKİNCİ KONGRESİ

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ikinci Kongresi, 22 Eylül’de Selânik’te -gizli olarak- toplandı. Mustafa Kemal, bu kongreye Trablusgarp delegesi olarak katıldı. Kongrede ordunun siyasetten ayrılmasını teklif etti. Olumlu karşılanmasına rağmen kabul edilmedi.
Bu kongrenin İttihat ve Terakki açısından en önemli kararı cemiyeti gizlilikten çıkarılarak dernek yasasına göre kurulması gereğinin kabul edilmesidir. Bu kongrede seçilen Genel Merkez üyelerinin adları ilk defa kamuoyunda açıklanmıştır.
Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki Kongresi’ne Bingazi delegesi olarak katılmıştır. Cumhuriyet devrinin uzun müddet Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Tevfik Rüştü Aras hatıralarını anlatırken diyor ki: “Selânik’te toplanan kongre olup bitenleri gözden geçirerek yeni bir çalışma yolu çizilecekti. Toplantı Ramazan ayına rastladığından yemeğinden hayli sonra buluşuyorduk. Kongreye ben umumi katip seçilmiştim. Başkanlık görevi için her toplantıda yeni bir üye seçilirdi. Kongreye katılanlardan 3 kişi bir iki toplantıdan sonra herkesin dikkatini çekmişti. Biri sonradan İstanbul temsilcisi olan Kara Kemal, ikincisi Ziya Gökalp’ti. Fakat bütün kongrenin dikkatini devamlı olarak üstünde toplayan Mustafa Kemal’dir. Cemiyet O’nu zaten tanıyordu. Ancak ortaya attığı tez kongrenin başlıca uğraşma konusu olmuştu. Mustafa Kemal diyor ki: “Askerler Cemiyet içinde kaldıkça ne partimiz, ne de ordumuz olacaktır. Subayların çoğu cemiyetten olan üçüncü ordu modern bir ordu sayılamaz. Orduya dayanan cemiyet de millet içinde kök salmamıştır. Cemiyet içinde kalmak isteyenleri ordudan çıkaralım. Bundan sonrası için de kanuni hükümler koyalım.” Çetin tartışmalardan sonra ordu içindeki arkadaşlarımızın da ne düşündüklerimi bilelim dediler. Kongreden bir heyet Edirne’de İkinci Ordu’ya gitti. Getirdiği bilgiler göre hepsi Mustafa Kemal’in düşüncesinde idi. Kongre büyük bir çoğunlukla Mustafa Kemal’in teklifini kabul etti.
Mustafa Kemal’in kongredeki bu çalışmalarını içlerine sindiremeyen ve orduyu bırakmak istemeyen komite takımı onu öldürmeye karar verdi. İlk teklif fedailerden Yakup Cemil ve Hüsrev Sami’ye yapılmıştır. İkisi de Mustafa Kemal’i sevdikleri için reddetmişler. Yakup Cemil, üstelik Mustafa Kemal’e tedbirli olmasını söylemiştir. Ondan sonra aynı görevi Enver’in amcası Halil (sonradan ordu komutanı) ve Abdülkadir (sonradan Kuva-yi Milliye devrinde Ankara valisi ve İzmir İstiklal Mahkemesi kararı ile idam oldu) üstlerine almışlardır. Mustafa Kemal geceleri parmağı silahın tetiğinde köşeleri açıktan dolaşarak her vurulacakmış gibi evine giderdi.
Mustafa Kemal, Hakkı Baha’nın rehberliği ile İttihat ve Terakki’ye girer. Cemiyetin bir benzerini, Suriye'deki iki senesi içinde Vatan ve Hürriyet adıyla kendisi denemiştir.
Kendisi gibi kolağası olan Ali Fuat, Karaferye'de hudut kumandanıdır. O’na gider. Ve İttihat ve Terakki’nin hüviyetini eksik bulduğunu söyler. “Ne programı, ne iktidar hazırlığı için de kadrosu var. Bu şekilde ikinci Meşrutiyet de birincisinin âkibetine uğrar” der.
O’nun asıl derdi, çatırdayan imparatorluğun enkazı altında Türklüğün kalmasıdır. His ve hayali bir tarafa bırakır:
-“Meşrutiyeti Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerinde oturmalıyız. Nüfüsun yarısı Türk olmayan geniş bir saha işgal eden devletin bütün ağırlığı ve müdafaası Türk'ün omuzlarına yükletilmiş. Hıristiyan ekalliyetler yalnız kendi menfaatlerini temin etmekle kalmıyor, komşu ve aynı ırktaki devletlerle birleşmek için fırsat kolluyor. Türkler ve Araplar, ayrı ayrı devletlerin müstemlekesi olacak.
Yapılacak şudur: Ekseriyeti Türk olan milî bir hududa çekilmek, burasını müdafaa etmek.
Rumeli’de Doğu ve Batı Trakya bizde kalacak. Edirne’nin Kuzey hudutları Bulgaristan aleyhine düzeltilecek; Arnavutluk, Avusturya-Macaristan, Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan; Osmanlı Devleti’nin başkanlığında İstanbul’da toplanacak konferansta, milliyet ekseriyeti prensibine dayanılarak Osmanlı Rumeli kıtasının Doğu ve Batı Trakya‘da başka kısımları yukarıda adları geçen devletlere taksim edilecek. Arnavutluk müstakil olacak... Anadolu sahillerine yakın olan adalar, yeni Türkiye devletine kalacak, kalanları Yunanistan’a verilecek. Güney hudutlarımız, Hatay, Halep, Musul vilayetlerini içine alacak, diğerleri Araplar’a terk edilecek. Anadolu’nun Doğu ve Kuzeydoğusu’nda bir değişiklik olmayacak. Yeni Türkiye Devleti içinde Kalacak olan Rum-Bulgar- Sırp ekalliyetleri dışında kalacak Türkler’le mübadele edilecek...”
Ve fikrini şöyle bağlar :
-“Evet, biliyorum, ileriyi görmek istemeyenler imparatorluklardan toprak fedakârlığı yapılmasını hoş karşılamayacaklar, hattâ bizi ihanetle ithâm edecekler olacak. Biz buna rağmen görüşlerimizi meşrutiyet sonrası için bir program haline getirilmesini temin etmeli ve onu gerek Genel Merkez, gerekse arkadaşlar arasında şiddetle müdafaa etmeliyiz...”
Fakat Mustafa Kemal’in fikirleri Genel Merkez’de kabul görmedi. Ve bu sebeple Cemiyet içinde geri plana itildi.
“Eğer benimsenseydi?..” sorusunun cevabı akıl-mantığımızın önünde yarınların hasreti olarak durmuyor mu?
İttihat ve Terakki’nin yapılış tarihi olarak ikinci, fakat bir kongre hüviyeti içinde birinci kongresinde Mustafa Kemal tekliflerini açıkladı:
1-İttihat ve Terakki bugün hâla CEMİYET halindedir: Her itibarla muasır ve tatminkâr bir siyasi fırka halinde teşkilatlanmalıdır.
2-Ordu, kat’iyetle eyyam siyasetini haricinde kalmalı, milli ve ebedi mefkûrelerin bâni ve temsilcisi olmak vasfı içinde olayların gözetleyicisi, muhafızı olmalıdır. Meşrutiyet hareketi henüz bir ihtilâl olma muhtevası içindedir. Bunun en kısa zamanda bir inkılâp olabilmesi temin edilmelidir.
3-İttihat ve Terakki’nin masonlukla alakası, hiçbir şüpheye mahal bırakılmayacak şekilde kesilmelidir.
4-İttihat ve Terakki içinde azalar arasında eşitlik temin edilmelidir. Hiçbir hizmet, hiçbir şahsa imtiyazlı bir vaziyete mesnet olmamalıdır.
5-Devlet ve din işleri birbirinden ayrılmalıdır.
İsmet İnönü, bu konuda şunları anlatmaktadır :
“Selânik kongresinde ordunun ve subayların siyasetten ayrılması ciddi bir tartışma konusu olmuştur. Kurmaysubay Kolağası Mustafa Kemal Bey subayların görevlerine dönmeleri için ısrarlı bir mücadele açmış. Cemiyet azasının endişesine karşı fikrinde ısrar etmiştir. Nihayet İkinci Ordu’da da aynı kanaatin bulunduğu ileri sürülmüş ve Kongre kararıyla azadan iki subay Edirne’ye gönderilerek bizden, yani Kazım Karabekir ve benden (İsmet İnönü) bilgi edinmek istenmiştir. Cemiyetin emniyetli azasından iki emektar bize geldiler, uzun uzun konuştuk. Mustafa Kemal Bey’in fikrinde ısrar ederek, ordunun siyasetten ayrılmasının mutlaka lazım olduğunu anlatmaya çalıştık. Gelen ve görüşen arkadaşlar inanmış olarak kongreye döndüler. Bu teşebbüslerden müspet neticeler alınmamış olmasına ne kadar acısak azdır.”
Celâl Bayar ise bu kongreyi şöyle anlatmaktadır:
Meşrutiyet’in ilanından bir yıl geçtiği halde, henüz istenildiği gibi memlekette istikrar temin olunamamıştı. Kongre’de tabiî hayatın geri gelmesi için çare ve tedbir aranacaktı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin o zamanki usulüne göre, kongreler gizli ve geceleri yapılır,toplantı yerleri her defasında değiştirilirdi. Her toplantıya sıra ile delegelerden biri başkanlık ederdi.
Kongreye katılanlardan, düşünce ve görüşleriyle kendini gösterenler arasında Trablusgarp Delegesi Kolağası Mustafa Kemal Bey de bulunuyordu. Ordu ile Cemiyet’in münasebetlerini ele alarak Mustafa Kemal şöyle diyordu:
“Ordu mensupları Cemiyet içinde kaldıkça, millete dayanan bir parti kuramayız. Orduyu da zaafa uğratırız. Bugün mensuplarının çoğu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyesi olan 3’üncü Ordu, esas itibarıyla modern bir ordu sayılamaz. Ordu ile Cemiyet’i ayıralım. Cemiyet, tam manasıyla siyasi bir parti halinde milletin bünyesinde kök salsın. Ordu da aslî vazifesiyle uğraşsın.
Bunun için Cemiyet’in muhtaç olduğu subayları veyahut Cemiyet’te kalmak isteyen ordu mensuplarını, istifa suretiyle ordudan çıkaralım. Siyasi bir teşekküle girmelerini önleyecek kanuni müeyyideler koyalım.”
Bu konu, Kongre’de çok şiddetli münakaşalara yol açmıştı. Kongre’nin açılmasıyla görevleri sona eren Genel Merkez üyeleri, bu tezin aleyhinde bulunuyorlardı. “Meşrutiyet’i korumak için askerî kuvvete ihtiyaç olduğu” fikrini savunuyorlardı. Uzun tartışmalar sonunda Mustafa Kemal’in teklifi büyük çoğunlukla kabul olundu. Kongre, çok isabetli bir karar vermişti. Bunun üzerine bir hayli subay ordudan çekilip Cemiyette görev almışlardı. Ancak, Cemiyet’in ordu ile teması tamamiyle kesilmiş değildi. Cemiyet’in nüfuzlu üyeleri orduda kalmıştı.
Mustafa Kemal, 13 Ocak 1910 tarihinde Selânik 3’üncü Redif Tümeni Kurmay Başkanlığı’na atandı.
Sada-yı Hak gazetesi başyazarı Ahmet Samim, 9 Haziran 1910 gecesi öldürüldü. Söz konusu gazetenin İstanbul milletvekili Kozmidi Efendi tarafından Patrikhane desteğiyle çıkarıldığı söylenmekteydi. Bundan ötürü cinayete bir vatanseverlik damgası vurulmaya çalışılmıştır. Hüseyin Cahit Bey’in cinayetle ilgili yazısındaki şu bölüm dikkati çekmektedir: “Türklük idealini bir Allah ibadeti gibi yükseklere çıkaran, o ideale toz kondurmayı bile cinayet sanan, etmiş, haşin ve mutaassıp ruhlar...” Böylece, cinayeti İttihat ve Terakki mensubu birinin işlediği de dolayı bir şekilde ifade edilmektedir.

KİLİSELER KANUNU

03 Temmuz 1910 tarihinde Kiliseler Kanunu kabul edildi. Hükümet asayişi temin etmek maksadıyla kabul ettiği kanunla “İhtilaflı Kilise, Mektep ve mukaddes yerler hangi milletlerin nüfusu çok ise ona aittir” esasını kabul etti.
Hükümetin yardımı ile teslim ve tesellüm muameleleri yapıldı. Sonuç olarak Sırp, Bulgar ve Rus unsurları arsında bir ihtilâf bırakılmadı. Bunların aleyhimize birleşmeleri kolaylaştırıldı.
Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa, Rum, Ermeni, Bulgar mebuslarının müştereken müracaat ederek kiliselerin arasında zamanlardır devam eden anlaşmazlıkları hallettiklerini, her kilisenin mutlak hareket serbestliğine sahip olacağını ve cismani (dünya ile ilgili) konulardan, bünyelerinde kuracakları heyetler cemaatleriyle temaslarını kurup devam ettireceklerini bildirmişlerdi.
Makedonya’daki günlerden biliyorduk ki, bilhassa Rum, Yunan, Bulgar ve Sırp kiliseleri arasındaki itilaf, papazları sadece birbirlerine karşı kanlı-kinli mücadeleye gitmekle kalmıyor, bin bir tahriklere başvuruyordu. Didişmenin hazırlanacak ve ismi “Kiliseler Kanunu” olacak devlet tedbirleriyle son bulmasında her taraf memnun kalacaktır.
Veya biz böyle görüyoruz.
Bizler Kiliseler Kanunu Mebusan Meclisi'nde, İttihad-ı Anasır (dini-ırkı-milliyeti ne olursa olsun) Osmanlı sınırları içindeki millet ve kavimlerin kardeşçe, eşit şartlar arasında yaşamaları politikasının en karmaşık sahadaki kanun metnine bağlanmış halli önünde mesut iken Selânik’ten Sultan Hamit’in muhafızı Ali Fethi’den (Okyar’dan) elden bir sürpriz haber geldi. Kiliseler Kanununu metnini, günleri hemen hemen beraber geçecek kadar birbirine yakın ve dost muhafızından öğrenen sabık Padişah ellerini başına götürmüş saçlarını yolar gibi yapmış, alışılmışın dışında yüksek sesle haykırır gibi:
“Eyvah... Ne yaptınız? Rumeli elden gitti! Göreceksiniz elele verecekler ve fırsatını yaratıp üzerimize elbirliği ile çullanacaklar. Bu gaflet nasıl kötü iş işlenir. Eyvah ki eyvah!..” demişti. Ve saltanat müddeti içinde, bilhassa Rusya'nın savaş tehdidine rağmen, kiliseler arasındaki anlaşmazlığı halle yanaşmadığını, bu konuda Almanya ve Avusturya’nın da yardımını aldığını anlatmış. Çünkü Panislavizmin temel dayanağı olan Ortodoks Kilisesi böyle bir birleşme halinde Türk varlığının olduğu kadar Cermen mevcudiyetine de büyük tehlike teşkil edecekti. Sultan Hamit ve şimdi kiliseler arasındaki birliğin yakında devletlere intikal edeceğini, Rumeli'ndeki Türk topraklarının paylaşılması için var kuvvetiyle çalışacaklarını ve Büyük devletlerden de yardım görerek blok halinde üzerimize çullanacaklarını ifade etmiş:
“Bu hakikati o Sait Paşa, Kâmil Paşa, Avlonyalı Ferit Paşa bilmezler mi? Henüz hamiyet ve vatanın hayati, menfaat ve haklarından doğan cesaret bu kadar kısa zaman için nasıl yok olup gitti?.. Vah Osmanlı Devleti vah!...” demişti.
Ali Canip, Ömer Seyfettin ve arkadaşları, 1910 yılı Eylül ayında “Hüzün ve Şiir”adıyla bir dergi yayınlamaya başladılar.
Bu dergi 8 sayı yayınlandı. 8. Sayısında Ali Canip imzasıyla “Genç Kalemler” başlıklı bir yazı yayınlanır. Kısa bir aralıktan sonra dergi “Genç Kalemler” adıyla “1” den itibaren, eski derginin devamı olarak da “9” dan itibaren olmak üzere 1-9, 2-10, 3-11... olmak üzere altı sayı çıkmıştır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üçüncü kongresi Eylül ayında yapıldı. yapıldı. Bu kongre yankısı fazla olmayan bir kongredir. Eğitim programları içerisine yetişkinler için gece kursları oluşumu konulmuştur. Gene bu programda “Millet-i Osmaniye” deyimi kullanılmıştır.

MUSTAFA KEMAL FRANSA’DA

Mustafa Kemal, 01 Kasım 1910 tarihinde 3’üncü Ordu Kurmay Heyeti’ne atandı. Hemen sonra da Fransa’da Picardie manevralarını Osmanlı Devleti adına iki subayla izledi.
O yılın Sonbaharı’nda Mustafa Kemal, Fransız ordusunun Picardie’de yapacağı manevraları görmek için Fransa’ya gidecek Türk heyetine seçildi. Bu O’nun Batı Avrupa'ya yapacağı ilk yolculuktu. Selânik’ten kendine Avrupa kılığı sandığı bir takım elbiseyle, sınırı aşınca giymek üzere bir de şapka aldı. Yanındaki subay feshini başından çıkarmadı. Zira bunu hala dolaylarda Türk prestijinin bir sembolü olduğunu sanıyordu. Ama Belgrat’ta vagon penceresinden dışarı baktığı zaman yemiş satmakta olan küçük bir Sırp çocuğu O’na tahrikle “Tuh ! Turkos!” diye bağırdı. Ancak Mustafa Kemal’in Batılı kılığı pek bir şeye benzememişti. Paris’te ataşemiliter olan Fethi (Okyar) O’nu görünce, “Bu ne biçim kılık?” diye kahkahayla gülmeye başladı. Mustafa Kemal’in kostümü koyu yeşildi, kafasında da Tirollüler’in giydiği gibi kaba acayip bir şapka vardı. Fethi’nin öğüdü üzerine şapkayı da, kostümü de bir kenara atıp Paris modasına daha uygun bir kıyafet seçtiler.
Mustafa Kemal ve arkadaşları üniformalı oldukları zaman kalpak giyiyorlardı. Bu Türk subaylarının kullandığı resmî başlıktı. Ama onları hemen öteki subaylardan ayırt ediyor ve hele Fransızlar’ın gözünde onlara komik bir opera bouffe havası veriyordu. Manevraların yanı sıra yürütülen eleştirme konferanslarında yabancıların Türk subaylarını pek ciddiye almadıklarını Mustafa Kemal kolayca fark etti. Ama, onların askerlik bilgilerinde de, bu şık kıyafetleri altında, bir takım eksiklikler olduğunu anlamamış değildi. Kendini hiç bir Avrupalı’dan aşağı görmediği için onların kendisine böyle yan bakmaları, yalnız başındaki kalpak yüzünden değil, bozuk Fransızcası yüzünden de küçük görmeleri O’nu üzüyordu. Genellikle, ağzını hiç açmadan duruyor, ilk olarak gördüğü bu modern Batı ordusunu dikkatle, kendi içinde değerlendirmekle yetiniyordu. Ara sıra bu sessizliği bozmak karşısındakilerden üstün bulduğu kendi düşüncelerini ortaya vurmak isteğini duyuyordu.
Bir gün kendine cesaret vermek için konyak içti ve harita başında ertesi gün manevra plânları tartışılırken ulu orta lafa karışarak, büsbütün başka bir plân teklif etti. Hazır kurmay subaylarına, kararlaştırmış oldukları saldırı noktasını değiştirmek gerektiğini söyledi. Subaylar O'nun bu iddialı, küstah konuşmasını küçümsemeyle karşılık bir sinirlilikle karşıladılar. Ama, ertesi günkü manevrada O’nun haklı olduğu meydana çıktı. Yüksek rütbeli subaylardan biri bunu O’nun yüzüne karşı itiraf ederek, “Sizin görüşünüz herkesin görüşünden daha doğruymuş” dedi. Sonra şakayla, “Ama başınızda bu tuhaf şeyi neden giyiyorsunuz?” diye ekledi. “Bunu giydiğiniz sürece kimse sizin görüşlerinize değer vermeyecektir.”
Sanırım ki Şapka İnkılâbı’nın altında, bu olayın derin izlerini görmek mümkündür.


KAYNAKLAR

Akçakayalıoğlu, Em. Alb. Cihat, Atatürk, Komutan, İnkılapçı ve Devlet Adamı Yönleriyle, Genel Kurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1998.
Akşin, Sina, Jön Türk ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1987.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 1-2-3, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1989.
Atay, Falih Rıfkı, Çankaya,
Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, c. 1, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1981.
Bayar, Celal, Ben de Yazdım, c. 1, Sabah Kitapları, İstanbul, 1997.
Bayraktutan, Yusuf, Türk Fikir Tarihinde Modernleşme, Milliyetçilik ve Türk Ocakları, TC. Kültür Bakanlığı Yayınları/1835, Ankara, 1996.
Bircan, Osman, Belge ve Fotoğraflarla Atatürk’ün Hayatı, TC. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara
Bozok, Salih-Bozok, Cemil S., Hep Atatürk’ün Yanında (Baba-oğul Bozoklar’dan Anılar), Çağdaş Yayınları, İstanbul, Mayıs 1985.
Cebesoy, Gen. Ali Fuat, Sınıf Arkadaşım Atatürk Okul ve Genç Subaylık Hatıraları,
Çavdar, Tevfik, İttihat ve Terakki, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991.
Çavdar, Tevfik, Talât Paşa, Kültür Bakanlığı Yayınları: 1788, Ankara, 1995.
Çavdar, Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara, 1995.
İbrahim Temo’nun İttihat ve Terakki Hatıraları,
İnönü, İsmet, Hatıralar, 1. Kitap,
Karal, Ord. Prof. Enver Ziya, Büyük Osmanlı Tarihi, V. Cilt. İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı (1908-1918), Türk Tarih Kurumu Yayınları, XIII. Dizi-Sa.16, Hürriyet İstanbul, 1999.
Kasım, Naci, Türk’ün Altın Kitabı, Gazi’nin Hayatı, İstanbul Maarif Kitaphanesi, İstanbul, 1973.
Kınross, Lord, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander Yayınları, İstanbul, 1972.
Korkmaz, Alaaddin, Ziya Gökalp Aksiyonu Meşrutiyet ve Cumhuriyet Üzerindeki Tesirleri, Millî Eğitim Bakanlığı Öğretmen Yazarlar Dizisi, Ankara, 1994.
Kurat, Dr. Akdes Nimet, Türkiye ve Rusya, Kültür Bakanlığı Yayınları: 1194, Ankara, 1990.
Kutay, Cemal, 31 Mart 85 Yaşında, Kazancı Kitap Ticaret AŞ., İstanbul, 1994.
Mikusch, Dagobert von, Gazi Mustafa Kemal Avrupa ile Asya Arasındaki Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1981.
Özerdim, S. N., Atatürk Devrimi Kronolojisi, Halkevleri Atatürk Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1974.
TC. Genelkurmay Başkanlığı, Birinci Dünya Harbinde Kafkas Cephesi 3’üncü Ordu Harekâtı, c. 1, Ankara, 1993.
Tevetoğlu, Fethi, Ömer Naci, 1000 Temel Eser, Ankara.
Tunaya, Prof. Dr. Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasi Partiler,
Türkgeldi, Ali Fuat, Görüp İşittiklerim, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayını, II. Dizi-Sa.15b, Ankara, 1984.
Türkiye Tarihi-4 Çağdaş Türkiye (1908-1980), Mete TUNÇAY, Siyasal Tarih (1908-1923)
Türkmen, Dr. Zekeriya, Harekât Ordusu ve Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, Genel Kurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999.
Uçarol, Dr. R., Bir Osmanlı Paşası ve Dönemi,
Ülman, Prof. Dr. Halûk, Birinci Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Savaş, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları: 355, Ankara, 1973.
Ünal, Tahsin, Türk Siyasi Tarihi, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1958.
Villalta, Jorge Blanco, Atatürk, Çeviren: Em. Kur. Albay Fatih Özsu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 413, Ankara, 1982.

GAZETELER

Bardakçı, İlhan, “Bir Asırlık İbret Tablosu.” Tercüman Gazetesi, 24.04.1984, s. 7.
Bardakçı, İ., “İmparatorluğa Veda.” Tercüman Gazetesi, 10.06.1982.
Kutay, Cemal, “Osmanlı’nın Son On Yılı-Hürriyet Kahramanı Eyüp Sabri Bey’in Hatıraları.” Tercüman Gazetesi, 29 Eylül 1984, s. 6.
Kutay, C., “Osmanlı’nın Son On Yılı-Hürriyet Kahramanı Eyüp Sabri Bey’in Hatıraları.” Tercüman Gazetesi, 03-04-05-08-10-15 Ekim 1984, s. 6.
Kutay, C., “Bir Devir Aydınlanıyor-Talat Paşa’nın Gurbet Hatıraları.” Tercüman Gazetesi, 12-14-15-19-21-23-24 Aralık 1982, s. 6.
Kutay, Cemal, “Bir Devir Aydınlanıyor-Talat Paşa’nın Gurbet Hatıraları.” Tercüman Gazetesi, 02-08 Ocak 1983, s. 6.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder