19 Kasım 2009 Perşembe

18 Kasım 2009 Çarşamba

ÖNDERİMİZ ATATÜRK

Doğup batan güneş gibi
Gönlü ulu olan Türk’tür.
Savaş, barış günlerinde
Önderimiz Atatürk’tür.

Ordularım nöbettedir
Egemenlik millettedir
Şaşkınlar cehalettedir
Önderimiz Atatürk’tür.

Dünyada ve yurtta barış
Bu bir ilke, bu bir yarış
Bizim olsun sona varış
Önderimiz Atatürk’tür.

İnkılabı yaşatmada
Eskiye yeni katmada
Gönülleri kuşatmada
Önderimiz Atatürk’tür.

Ne mutlu Türk’üm diyene!
Düşmanlara kim dayana
Türklüğünü tam duyana
Önderimiz Atatürk’tür.

Yol üstündeki arkadaş
Uzak, uzak dağları aş
Kutsal ülküne tez ulaş
Önderimiz Atatürk’tür.

ATATÜRK

Türk Milleti’nin kurtarıcısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Türk inkılabının önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Biz, bizden öncekiler ve daha öncekiler… Sana minnettarız.

Biz, bizden öncekilerden seni öğrendik. Görevimiz seni, bizden sonrakilere de tanıtabilmek, daima Türk Milleti’nin ilerlemesi ve yükselmesi için çalışmayı öğretmektir. Çünkü Türk için “yüksekliğin hududu yoktur.”

Bu kitap, ömrü boyunca Türk Milleti için çalışacak olan Türk çocuklarına seni öğretebilmek için yazılmıştır.
Halil İbrahim YILDIRIM

KİTAP ADRESLERİM

www.beydegirmeni.blogspot.com
www.kitapsevgidir.blogspot.com
www.ermeniyalanlari.blogspot.com
www.halilibrahimden.blogspot.com
www.mollakerim.blogspot.com

ATATÜRK'ÜN OKUL GÜNLERİ

Her zaman,
“Şemsi Efendi”ler,
“Üsküplü Yüzbaşı Mustafa Sabri Bey”ler
arasında daima “Kaymak Hafız”lar bulunabilir.
Bu kitap;
“Çam sakızı, çoban armağanı”
Gönlü daima öğrencileri için çarpan, heyecanını yitirmeyen eğitimcilere ithaf olunur.
Halil İbrahim YILDIRIM

ÖNSÖZ

Bu güne kadar, Atatürk’ün hayatı konusunda pek çok kitap yazıldı. Hayatının her safhası, yaşadığı her olay, bütün detayları ile incelendi. Ama bunlar arasında çocukluk dönemi, öğrencilik günleri pek sınırlı sayıda kitabın dışına çıkmadı. Bu kitapla, şimdiye kadar pek az konuşulan yıllar hakkında, sevgili çocuklarımıza, bir bilgi demeti sunmak istedim.
Az konuşulan yıllar, Mustafa Kemal’in çocukluk ve ilk gençlik yıllarıdır. Çocukluğu, öğrenciliği; o günlerdeki eğitim nasıldır, düşünceler nelerdir, küçük Mustafa’daki parıltıyı ilk keşfedenler kimlerdir? Ailesi, annesi, babası, arkadaşları, öğretmenleri kimlerdir? Okul günleri nasıldır? Kendisi okulda nasıl bir öğrenciydi?
Bütün bunların cevaplarını bulmak için ve özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün öğrencilik günlerini, o günlerdeki fikir ve düşüncelerini siz değerli öğrencilerimize sunmak istedim.

Halil İbrahim YILDIRIM

ATÜRK’ÜN OKUL GÜNLERİ

DOĞUMU:

Mustafa Kemal ATATÜRK, Selanik’te Ahmet Subaşı Mahallesi’nde Sanayi Okulu karşısındaki ahşap bir evde doğdu. Annesi Zübeyde Hanım, babası Gümrük Muhafaza memuru Ali Rıza Efendi’dir.

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün doğum tarihi tam olarak bilinmediği için ay ve gün üzerinde tam bir birlik sağlanamamıştır. Bu sebeple değişik tarih hesaplamalarıyla karşılaşılmaktadır. Bu konuda, Atatürk’ün gerek sağlığında ve gerek ölümünden sonraki çalışmalarda bir sonuca varılamamıştır.

Zübeyde Hanım bu konuda sorulan soruları şöyle cevaplar:

“... Ali Rıza Efendi, Mustafa’nın doğumunu evimizdeki iki Kur’an-ı Kerim’den birine yazmıştı. Rahmetli olunca başucunda yalnız bir Kur’an-ı Kerim vardı. Onda da hiçbir yazı yoktu. Belki de kayıtlı olan Kelâm-ı Kadim’i devam ettiği camideki hafızlardan birine hediye etmiş olacak.

O zamanlar gün ve ay yazılmaz, yalnız yıl yazılırdı. Ben oğlum Mustafa’yı Erbain soğukları (Aralık-Ocak aylarındaki soğuklar) devam ederken doğurdum.”

Zübeyde Hanım’ın açıklamasına göre bu tarih, 1880 yılı Aralık ayının son günleri ile 1881 yılı Ocak ayının ilk günlerini göstermektedir. 1917’de çıkarılan Rumî takvim ile Milâdî takvim arasındaki tarih, ay ve gün farklarını düzenleyen kanundaki 13 günlük fark eklenirse Ocak veya Şubat 1881 tarihi ortaya çıkmaktadır.

Ankara Nüfus Dairesi’nin, 18 Ekim 1922 tarihinde, Atatürk’e vermiş olduğu nüfus kâğıdında doğum yılı 1296 olarak gösterilmiştir. Harp Okulu’nun Rumî 1315 doğumluların girişlilerine ait künye defterinde de kayda geçen tarih 1296’dır.

1296 Rumî yılı, 01 Mart ile 18 Şubat arası Rumî günlerini içerisine almaktadır. Bunun Milâdî takvimdeki karşılığı 13 Mart 1880 ile 12 Mart 1881 arasındaki günlerdir.

Atatürk hakkında incelemeler yapan bir dernek, doğum zamanı olarak Mart ayını bulmuş ve daha sonra bunu 13 Mart 1881 olarak değerlendirmiştir.

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan Türk, Meydan Larousse, Hayat gibi Ansiklopedilerde doğum yılı 1881’dir. Ayrıca ay ve gün belirtilmemiştir.

Prof. Dr. Afetinan’ın “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” adlı esrinde şöyle yazar: “Mustafa Kemal’in doğum ayı ya hiç yazılmaz yahut yanlış olarak bir sonbahar ayı gösterilir. Hâlbuki kendisinden işittiğime göre bir ilkbaharda doğmuş olduğunu, hattaâ bunun Mayıs ayına tesadüf ettiğini söylerdi. Nitekim bir gün Cumhurbaşkanlığı Umumî Kâtibi Hasan Rıza Soyak, Atatürk’e yabancı bir memleketten gelen ve bir ansiklopedi için olan mektubu göstermişti. Bunda Atatürk’ün biyografyası isteniyor, aynı zamanda bilhassa doğum gününün kaydedilmesi rica ediliyordu. Atatürk bunun üzerine düşündü. Fakat bu günü kendisi de bilmiyordu. Ancak annesinden işittiğine göre bir bahar mevsiminde doğmuş olduğunu hatırladı. Ay ve gün için ise aynen şöyle dediğini hatırlıyorum: “Bu bir 19 Mayıs günü niçin olmasın ?” Ansiklopediye verilmiş olan bu cevabın Cumhurbaşkanlığı arşivinde saklanmış olması lâzımdır.” Afetinan’ın yukarıda naklettiği 19 Mayıs tarihinin Mustafa Kemal’in doğum günü olarak benimsediği, bir ara bu tarihin yabancı bir devletin sorusuna cevap olarak dışarıya da bildirildiği anlaşılmaktadır.

Prof. Dr. Afetinan, “M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım” adlı eserinde de şu açıklamayı vermiştir: “M. Kemal’in doğum günü için Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliğinden bir soru üzerine verilen cevap şudur: 12/X1/1936 tarihli yazıda, Atatürk’ün doğum gününün 19 Mayıs 1881 olduğu kaydedilmiştir.”

General Ali Fuat Cebesoy, kendi aralarında geçen bir konuşmayı şöyle aktarmaktadır:

“Mütareke’de İstanbul’da bugünkü “Atatürk Müzesi” olan binada bir akşam yemeğinden sonra oturmuş oradan buradan konuşuyorduk. Rauf Orbay da orada idi. Söz dönmüş, dolaşmış, yaş bahsine gelmişti.

“Fuat Paşa, demişti. Rauf Bey’le ben senin ağabeyin sayılırız. Çünkü ikimiz de senden birer yaş büyüğüz.”

Benim doğum tarihim, 1882’dir.

1932’de Aydın ili Halkevi'nin tarih, dil, edebiyat komitesi bir (Gazi Günü) kabul etmek ister. Bu sebeple doğum gününü soranlara Mustafa Kemal der ki:

“-Bana onu sormayınız... Kesin olarak ben doğduğum günü bilmiyorum... Ama siz (Gazi Günü) için, Samsun’a çıktığım günü yazabilirsiniz...”

Son olarak, Atatürk'ün doğumunun 100. yılında alınan bir kararla, doğduğu gün ve ay 19 Mayıs olarak kabul edildi. Böylece hem yapılan tartışmalara son verildi, hem de Atatürk’ün doğum tarihi kendi arzusuna uygun olarak kesinlik kazandı.

AİLESİ:

Annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Efendi’dir.
Zübeyde Hanım’ın ailesi Anadolu’dan gelip Selanik’in Göl bölgesine yerleşen Hacı Sofu ailesinden Feyzullah Ağa’nın kızıdır. 1856’da doğdu. 1923’te İzmir’de öldü. 1870 yılında Ali Rıza Efendi ile evlendi.

Babası Ali Rıza Efendi, Kırmızı Hafız adıyla anılan öğretmen Ahmet Efendi’nin oğludur. Uzun yıllar evkaf kaleminde, gümrük memurluğunda çalıştı. Sırplara karşı kurulan gönüllü birliklere katılarak üsteğmen olarak görev yapmıştır. Memurluktan sonra ticaretle meşgul olmuştur. Ticarette başarılı olamayınca aile olarak sıkıntılı günler yaşamışlardır.

Mustafa doğunca, babası Ali Rıza Efendi, askerliğin sembolü olan bir kılıcı, doğum hediyesi olarak başucuna astı.

Annesi Zübeyde Hanım beyaz tenli, açık sarı saçlı, sağduyu sahibi, beş vakit namazını kılan sofu bir kadındır.

Babası Ali Rıza Efendi ileri görüşlü ve çevresinde sevilen bir insandır. Oğluna “adam olmak için okumak şarttır” demiştir.

Zübeyde Hanım ile Ali Rıza Efendi 1870 yılında evlendiler. Altı çocukları oldu. Üçü kız, üçü erkek. Çocuklarının en büyüğü 1871 yılında doğan Fatma’dır. Ailenin ilk çocuğu Fatma 1875 yılında veremden ölmüştür. Ailenin ikinci çocuğu olarak 1874 yılında doğan Ahmet ile ailenin üçüncü çocuğu olarak 1875 yılında doğan Ömer 1883 yılında salgın halinde ölüm saçan çiçek hastalığına yakalanarak ölürler. Ailenin dördüncü çocuğu 1881 yılında doğan Mustafa, bir şans eseri olarak bu çiçek hastalığına yakalanmadan salgından kurtulmuştur. 10 Kasım 1938’de ölmüştür. Ailenin beşinci çocuğu 1885 yılında doğan Makbule, “Soyadı Kanunu” dolayısıyla “ATADAN” soyadını almıştır. Atatürk’ten sonra, 1956 yılında ölmüştür. Ailenin son çocuğu 1889 yılında doğan Naciye ise 1901 yılında ölmüştür. Naciye’nin, ağabeyi Mustafa’nın yanında ayrı bir yeri vardır. Okumaya merakı yüzünden, Mustafa onu severdi. Çocuk denecek yaşta babalarını kaybedince, Zübeyde Hanım, üç yetimle birlikte ağabeyinin yanına sığınmıştı.

ŞEMSİ EFENDİ OKULU:

Küçük Mustafa 1887 yılında okula başladı. Ancak anne ve babası arasında okula başlaması konusunda bir küçük anlaşmazlık oldu.

Annesi Zübeyde Hanım, oğlu Mustafa’nın ilâhi alayları ile törenle evlerine yakın olan mahalle okuluna başlamasını istiyordu.

Babası Ali Rıza Efendi ise o gün için yeni metotlarla öğretim yapan Şemsi Efendi’nin okuluna yazdırmak istiyordu.

Atatürk’ün okula başlamasıyla ilgili hatırası şöyledir:

“Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey, okula gitmek meselesine aittir. Bundan dolayı annemle babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem, ilâhilerle okula başlamamı ve mahalle okuluna gitmemi istiyordu. Gümrük Muhafaza’da memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi Okulu’na devam etmemi ve yeni usul üzerine okumama taraftardı. Sonunda babam işi mahirane bir suretle çözümledi. Evvelâ alışılmış merasimle mahalle okuluna başladım. Bu suretle annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle okulundan çıktım. Şemsi Efendi Okulu’na kaydedildim.”

Şemsi Efendi, o yıllarda ortaya çıkan yeni öğretim yöntemlerinin uygulandığı okulların ilk kurucuları arasında bulunmaktadır.

Şemsi Efendi, sınıfa öğretmen kürsüsü, öğrenci sırası, kara tahta, tebeşir, harita koymuştur. Dersi bunlarla işlemiştir.

Şemsi Efendi’nin Okulu, dördü ilk, dördü orta olmak üzere toplam sekiz yıllık bir okuldu.


BABASININ ÖLÜMÜ:

Mustafa bu okulda iyi eğitim alıyordu. İlkokulun son yılında, babası Ali Rıza Efendi’nin işleri kötü gidiyordu. Bundan dolayı daha fazla düşünüyordu. Gün geçtikçe hastalığı daha da artmıştı. Sonunda 28 Kasım 1893’te Ali Rıza Efendi öldü.

Zübeyde Hanım, eşinin ölümünden sonra oğlu Mustafa’yı ve kızları Makbule ile Naciye’yi yanına alarak ağabeyi Hüseyin Ağa’nın kâhyalık yaptığı Langaza’daki çiftliğe gitti.

Mustafa Kemal Atatürk bu olayı şöyle anlatır:

“Babamın vefatı, bizi ayakta tutan kuvvetli bir desteğin yıkılması gibi bir şey oldu. Adeta kendimi yalnız hissettim. Dayım bize çok iyi davrandı. Acımızı unutturabilmek için gayret gösterdi. Allah razı olsun. Çiftlik hayatına karıştım. Tarla bekçiliği yaptığım da oldu. Makbule ile beraber bakla tarlasının ortasındaki bir kulübede oturduğumuzu ve kargaları kovmakla uğraştığımızı hiç unutmam. Dayım Hüseyin Ağa bu gibi görevleri sırf biz meşgul olalım diye bulunuyordu.”

Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı sırasında bir misafirinin bu tarla bekçiliği hikâyesine:
-“Aman efendim”, diyerek bir inanmazlık göstermesi üzerine:

-“Evet öyledir. Ben de herkes gibi doğdum, büyüdüm. Bana insanlar üzerinde bir doğuş atfetmeye kalkışmayın. Doğuşumda bir ayrılık varsa Türk oluşumdan ibarettir.”

Ailesi Mustafa’yı çiftliğe yakın Rum okullarından birine göndererek yarıda kalan eğitimini tamamlamasını düşündü. Sonra bundan vazgeçildi. Bu ara çiftliğin yazıcısı Karabet Efendi ders vermeye başladı. Ama yeterli olamayınca bundan da vazgeçildi. Sonunda Selanik’teki halasının yanına gönderildi ve okula devam etmesi sağlandı.


SELANİK ORTAOKULU:

Mustafa, Selanik’e gelince Mülkiye Rüştiyesi’ne (Ortaokulu’na) kayıt oldu. Okulun matematik öğretmeni ve müdür yardımcısı olan Hüseyin Efendi idi. Kaymak Hafız lakabıyla alınırdı. Hüseyin Efendi’nin bu lakapla hiçbir ilgisi yoktu. Dayağı bol ve acımasız, zorba bir insandı. Atatürk bu öğretmeninden şöyle bahseder:

“Berbat bir adamdı. Kendisinden çok korkardım, ya bana da bir sopa atarsa ne yapardım diye düşündüğüm zamanlar ter basardı.”

Günün birinde Mustafa’nın korktuğu başına geldi:

“Bir gün hocamız ders verirken ben bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı. Çok dövdü, bütün vücudum kan içinde kaldı. Büyükannem artık bu okulda okumama karşı idi.”

Hâlbuki sınıf içerisindeki bu disiplinsizlik olayında Mustafa’nın suçu yoktu. Öğretmeni Hüseyin Efendi onu haksız yere dövmüştü. Mustafa bir daha o okula gitmek istemiyordu. Annesinin, “O senin öğretmenindir, dövebilir” diye teselli etmeye çalışması bile Mustafa’yı ikna edemedi. Mustafa haksız yere dayak yemeyi kendisine yediremedi. Bir daha o okula gitmek istemedi.

Bu olaya üzülmeli mi sevinmeli mi? Biliyoruz ki, her işte bir hayır vardır. Eğer Mustafa bu dayağı yemeseydi, askeri okula gidemeyecekti. Mustafa Kemal dahi olamayacaktı. Asker olmayan bir Mustafa Kemal düşünebilir misiniz?

Annesi Zübeyde Hanım, oğlunun okuması, okulu bitirince de babası gibi ticaret ile uğraşmasını istiyordu. Dayak olayından sonra bu düşüncesi gerçekleşmeyecekti. Çünkü Mustafa’nın bütün düşüncesi asker olmaktı. Annesinin ısrarı karşısında “Ben omzumda basma topları taşıyamam. Ben asker olacağım” demiştir.

SELANİK ASKERÎ ORTAOKULU:

Mustafa, annesiyle bu tartışmayı yaparken, annesinden habersiz Selanik Askeri Rüştüyesi’nin (Ortaokulu’nun) sınavlarına girdi ve kazandı.
Selanik Askeri Rüştiyesi (Ortaokulu) yeni ve çok güzel bir binada idi. O zaman kuvvetli öğretimi ve disiplini ile şöhret bulmuştu. Öğretim üyelerinin çoğunluğu aydın fikirli subaylardan oluşuyordu. Selanik’te gözde bir okuldu.

Atatürk, bu okula girişini şöyle anlatmaktadır:
“Binbaşı Kadri Bey isminde bir komşumuz vardı. Oğlu Ahmet Bey Askeri Rüştiyesi’ne devam ediyor ve okul elbisesi giyiyordu. Onu gördükçe, ben de askeri elbise giymeye hevesleniyordum.

Sonra sokaklarda zabitler görüyordum. Bu dereceye gelmek için takip edilmesi gereken yolun Askeri Rüştiye’ye girmek olduğunu anladım.

O sırada annem Selanik’e gelmişti. Askeri Ortaokula girmek istediğimi söyledim. Annem askerlikten çok korkuyordu. Asker olmama şiddetle engel oluyordu. Kabul imtihanı (sınavı) zamanı gelince ona sezdirmeden kendi kendime Askeri Ortaokul imtihanına girdim. Böylece anneme karşı bir emrivaki yaptım.”

Bu oldubitti karşısında annesi Zübeyde Hanım şunları anlatmaktadır:

“Oğlum Mustafa, benim karşı koymama rağmen askeri okula girmeye pek istekliydi. Bir gece rüyamda Mustafa’yı bir altın tepsi üzerinde, bir minarenin âleminde gördüm. Hemen minarenin altına koştum. Birisi bana ‘oğlunun askeri okula gitmesine izin verirsen onun yeri burasıdır, eğer razı olmazsan aşağıya atacağız...’ dedi. Ben bu rüyanın etkisi altındaydım. Hâlbuki oğlum giriş sınavını bile kazanmış, bana bir oldubittiyi bildirecekti. Okula kayıt olabilmesi için benim izin vermem ve imzam gerekliymiş. Mustafa’m çok akıllı bir çocuktu. Bana sınav müjdesini verdikten sonra gönlümü almak için ve konuşmama da zaman bırakmadan sordu:

-Anne... Ben doğduğum gün babam bana ne armağan etmişti?

Biraz düşündüm ve:

-Bir kılıç.

-O kılıcı siz nereye koymuştunuz anne?

-Kundağının başucuna, dedim.

Mustafa’m gözleri yaşlı olarak sözlerine şöyle devam etti:

-Anneciğim, demek babam beni asker yapmak istemişti. Ben asker olarak doğdum ve asker olarak da öleceğim.

Oğlumun bu sözlerinden çok duygulandım. Zaten gördüğüm rüyanın da etkisi altındaydım. Düşüncemi şöyle dile getirdim:

-Galiba haklısın oğlum. Sana izin veriyorum. Hakkında hayırlısı olsun.

Mustafa sabırsızlık içinde beklediği bu cevabı alınca çok sevindi. Mavi gözleri ışıl ışıl parladı, elimi öperek teşekkür etti, gönlümü de almış oldu. Mesele bu oldubitti ile çözümlenmiş ve sonuç da tatlıya bağlanmıştı.”

Giriş sınavlarındaki başarısı sebebiyle öğretim süresi dört yıl olan okulun üçüncü sınıfına kayıt oldu.

Mustafa’nın bu okula yazılması ile adını tarihin altın sayfalarına yazdıracak bir kahramanın yetişmesi için ilk adım atılmış oldu. Eğer Kaymak Hafız haksız yere Mustafa’yı dövmeseydi, Mustafa Askeri Ortaokula belki de giremeyecekti. Ama her şeyde bir hayır vardır. Bu haksız dayağın da hayrı bu olmuştur.

Mustafa, parlak zekâsıyla kısa sürede bütün dikkatleri üzerine çekmesini bildi.

“Rüştiye’de en çok matematik dersine merak sardım, az zamanda bize bu dersi veren öğretmenim kadar, belki daha çok bilgi sahibi oldum. Derslerin üstünde problemlerle uğraşıyordum. Öğretmen de yazılı cevaplar veriyordu.

Öğretmenimin adı Yüzbaşı Üsküplü Mustafa Sabri idi. Bir gün bana dedi ki:

-Oğlum senin de adın Mustafa, benim de. Bu böyle olmayacak, arada bir fark olmalı. Bundan sonra senin adının sonuna bir “KEMAL” ekleyelim. Adın Mustafa Kemal olsun, dedi. O günden beri adım Mustafa Kemal’dir.”

Mustafa Kemal’deki cevheri ilk fark eden insan bu matematik öğretmenidir. Mustafa Sabri Bey, küçük Mustafa’daki ışığı görmüş, ondaki büyüklüğe değer vermiştir. Hatta “arada bir fark olsun” diyerek kendisiyle bir öğrenciyi denk tutmuştur. Öğretmen Mustafa Sabri Bey, küçük Mustafa’nın kendisinden de üstün bir insan olduğunu göstermek için de ona yeni bir ad vermiştir: Kemal. Bu günden itibaren adı Mustafa Kemal olmuştur. Yıllar sonra Mustafa Kemal’e bir ad daha verilmiştir. “Soyadı Kanunu” ile TBMM, Türk Milleti adına kendisine ATATÜRK soyadını verdi.

Mustafa Kemal, Selanik Askeri Rüştiyesi’nin (Ortaokulu’nun) 43 mevcutlu son sınıfından dördüncü olarak mezun oldu. Okulu bitirdiği zaman 15 yaşında idi.

Son sınıf bitirme sınavlarına gözcü olarak gelen Hasan Bey adında bir Kurmay, Mustafa Kemal’e lise öğrenimini nerede yapacağını sordu. Mustafa Kemal İstanbul’a gideceğini söyleyince:

-Hayır, dedi. Manastır’a gidin. Daha iyi yetişirsiniz.

MANASTIR ASKERÎ LİSESİ:

Mustafa Kemal, Kurmay Hasan Bey’in sözünü dinleyerek, İstanbul’a gitmekten vazgeçerek Manastır Askeri Lisesi’ne gider.

“Manastır Askeri Lisesi’nde matematik pek kolay değildi. Bununla meşgul olmaya devam ettim. Fakat Fransızca’da geri idim. Hoca benimle çok meşgul oluyor, acı ihtarlarda bulunuyordu. Bu ihtarlar benim çok gücüme gitti. İlk tatil zamanında çare aradım; üç ay gizlice Selanik’teki Frerler Okulu’nun özel sınıfına devam ettim. Böylece okul derslerine oranla fazla derecede Fransızca öğrendim.”

Mustafa Kemal, Manastır Askeri Lisesi’nde, düşüncelerinde yeni kapılar açacak, yeni fikirlerle tanıştıracak olan Ömer Naci ile tanıştı.

“Merhum Ömer Naci, Bursa Askeri Lisesi’nden kovulmuş bizim sınıfa gelmişti. Ömer Naci daha o zamanlar şiir yazmakta idi. Bir gün benden okumak için kitap istedi. Verdiğim kitaplarımın hiç birini beğenmeyişi zoruma gitmişti. Ömer Naci ile tanışana kadar edebiyata karşı ilgim yoktu. O zaman şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu anladım, bununla meşgul olmaya başladım.

Eğer Kitabet Hocamız Alay Emini Mehmet Asım Efendi imdadıma yetişmeseydi, ben de şair olup çıkacaktım. Çünkü hevesim vardı. Asım Efendi bir gün beni çağırdı: “Bak oğlum Mustafa, dedi. Şiiri falan bırak. Bu iş senin iyi bir asker olmana mani olur. Diğer hocalarınla da konuştum. Onlar da benim gibi düşünüyorlar. Sen Naci’ye bakma. O hayalperest bir çocuk. İlerde belki iyi bir şair ve hatip olabilir, fakat askerlik mesleğinde katiyen yükselemez. Hocamın ne kadar haklı olduğunu olaylar ispat etti. Ömer Naci kurmay olamadı.”

Mustafa Kemal’in hayat çizgisinde, yetişme ortamında önemli yeri olan insanlardan birisi Ömer Naci ise diğeri de Kitabet Hocası Mehmet Asım Efendi’dir.

Ömer Naci, Mustafa Kemal’i edebiyatla tanıştırmıştır. Şiiri sevdirmiştir. Güzel konuşma hevesini kazandırmıştır. Namık Kemal’i tanıtmış, onun şiirlerini gizlice okutmuştur. Mustafa Kemal, edebiyata ve şiire fazlaca dalınca, öğretmenlerinin dikkatini çeker. Mustafa Kemal’deki ışığı görenlerden biri Mehmet Asım Efendi olduğu için duruma el koymuştur. Mustafa Kemal’in iyi bir asker olmasını, kurmay olmasını istemiştir.

Mustafa Kemal, Manastır Askeri Lisesi’nde tarihe ve özellikle Türk tarihine merak sardı. Bunda tarih öğretmeni Kolağası Mehmet Tevfik Bey’in etkisi büyüktür. Mehmet Tevfik Bey değerli ve milliyetçi bir Türk subayı idi. Türk tarihini iyi biliyor ve öğrencilerine tarih zevkini veriyordu. Mustafa Kemal, Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış bulunan öğretmeninden daima saygı ile bahsetmiştir. Bir gün, arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a:

-Tevfik Bey’e minnet borcum vardır. Bana yeni bir ufuk açtı, demiştir.

Atatürk tarih öğretmeni Mehmet Tevfik Bey’i cumhuriyet döneminde Diyarbakır Milletvekili ve Türk Tarih Kurumu üyesi yapmıştır.

Manastır çevresinde Sırp ve Bulgar çeteleri dağa çıkıyorlar, Türk köylerini basıyorlar, yağmalıyorlardı. Köylüleri öldürüyorlardı. Mustafa Kemal’in içine ilk defa bu lisede vatan kaygısı çöktü.

1897 OSMANLI-YUNAN SAVAŞI:

15 Şubat 1897 tarihinde Yunan askerleri Girit’i işgal ettiler. Bunun üzerine 17 Nisan’da Osmanlı-Yunan savaşı başladı. Osmanlı ordusu büyük başarı sağladı. Mayıs ayında Yunan ordusu çok zor durumda kaldı. Rusya’nın araya girmesi üzerine Osmanlı ordusunun son taarruzu durduruldu. Barış yapıldı. Ancak galip olduğumuz halde çok ağır barış şartlarını kabul ettik.

Bu savaş sırasında Mustafa Kemal 16 yaşındadır ve arkadaşları da gönüllülere katılmak istediler. O günleri şöyle anlatır:

“Gençliğimin en heyecanlı günlerini yaşadım. Küçük yaşıma bakmadan gönüllüler arasına katılmak istiyordum.”

Gençler davul zurna sesleri arasında, ellerinde bayrakları ile cepheye koşuyorlardı. Aralarında bıyıkları henüz terleyen çocuklar da vardı. Bazı arkadaşlarının anlattıklarına göre o da arkadaşlarından biri ile okuldan kaçtı. Katılacakları bir kıta ararken gece vakti bir kapı önüne geldiler. Mustafa Kemal kapı tokmağını vurdu. Kapıyı açan kadın sesini çıkarmadan içeri çekildi. Sonra lambayı gençlerin yüzüne tutarak:

-Mustafa, sen burada ne arıyorsun? dedi.

Bu Selanik’te uzun süre kalmış, Zübeyde Hanım’ı tanıyan bir Bulgar kadını idi. Mustafa’yı içeri alarak:

-Nereye gidiyorsun? dedi.

-Cepheye... Yunanlılarla çarpışmaya.

-Sen bir öğrencisin, senin yerin okuldur. Okumaya bak.

Dost, iyi yürekli bir kadın, Mustafa Kemal ile sohbet edip öğüt vererek onu bu yersiz kararından caydırmayı başarır. Mustafa Kemal de bu aile dostu kadının uyarılarına saygı gösterip, tekrar okuluna döndü.

Bu savaşta Yunan ordusu perişan edilip ezilmiştir. Ama Avrupa devletlerinin ve Rusya’nın baskısı altında padişah, Türk ordusunun kazandığı zafere rağmen öne sürülen barış şartlarını kabul ederek imzalar. Girit adası da tamamen kaybedilir. Bu durum Manastır’da eziklik yaratır. Mustafa Kemal şöyle anlatır:

“Bu acı gerçek, o zaman padişah olan Abdülhamit’e karşı içimde ilk tepkiyi filizlendirdi.
Öğretmenlerimiz bize bütün Yunanistan’ın işgalinin mümkün olduğunu söylemişlerdi. Barış haberi gelince, aydın düşünceli okul subaylarımız büyük üzüntü duydular. Biz onların mimiklerinden bu acıyı anlıyorduk. Fakat bir şey soramıyorduk. Yalnız arkadaşım Nuri Conker, genç bir subayın: ‘Böyle olmamalıydı. Yazık, çok yazık!’ diyerek ağladığını anlattı. Manastır sokaklarında yine şenlikler yapılıyordu. Yine ‘Padişahım çok yaşa!...’ avazeleri yükseliyordu. Ben ilk defa bu dileğe katılmadım.

Üzüntümü inatçı bir şekilde derslerime çalışmakla avutuyordum. Sınıfın birincisi, ikincisi olabilmek için hepimizde hızlı bir çaba vardı.”

O günlerde, her yerde Osmanlıca kullanılıyordu. Sadece halk, kendi arasında Türkçe kullanıyordu. Bazı aydınlar, Türkçe kullanarak, bunu yaygınlaştırmak istiyorlardı. İşte bu günlerde, Selanik’te “Rehber” adlı bir çocuk dergisi yayınlanıyordu. Bu dergiyi çıkaranlar da Türkçe’ye özen gösteriyordu. Her sayısında çocukları okumaya alıştırmak için etkinlikler yapılıyordu. Fen ve matematik ile ilgili sorular ve bilmeceler soruyordu. Bunlara doğru cevap veren çocukların adları bir sonraki sayıda yayımlanmaktaydı. Mustafa Kemal de bu derginin okuyucuları arasındaydı. Rehber dergisinin 03 Haziran 1897 ve 24 Kasım 1897 tarihli sayılarında sorulan soruları çözenler arasında Manastır Askeri Lisesi son sınıf öğrencisi Mustafa Kemal’in adı da bulunuyor. Bu da gösteriyor ki, Mustafa Kemal o yaşta okumaya, incelemeye ve araştırmaya meraklı, o yıllardaki etkiyle Türkçecilik akımına ilgilidir.

Mustafa Kemal kendisini derslerine verip sıkı çalışmasının ödülünü Manastır Askeri Lisesi’ni ikincilikle bitirerek aldı.

İSTANBUL HARP OKULU:

Mustafa Kemal, Manastır Askeri Lisesi’ni bitirince İstanbul’a geldi. Pangaltı’da olan Harp Okulu’nun piyade sınıfına 1283 apolet numarasıyla kayıt oldu.

Mustafa Kemal, Harp Okulu’nda iki ay içinde kendini tanıttı. Üstünlüğünü kabul ettirdi. Sınıfının çavuşu oldu. Ancak gençlik ve İstanbul, Mustafa Kemal’in derslerle olan bağlantısını zayıflattı. Kendisi bunu şöyle anlatır:

“Lisede iken inatla çalışıyorduk. Sınıfta birinci, ikinci olmak için hepimiz gayret içinde idik. Harp Okulu’nda matematik merakım devam etti. Fakat birinci sınıfta saf gençlik hayallerine kapıldım. Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım.”

Mustafa Kemal, sınıf çavuşu olduğu günlerde, sınavları kazanarak okula yeni gelen Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal’in sınıfına kayıt oldu. Mustafa Kemal, sınıf çavuşu olarak Ali Fuat Cebesoy’a rehberlik yaptı.

Ali Fuat Cebesoy, okuldaki ilk gününü şöyle anlatır:

“Harp Okulu’nun müdürü İbrahim Bey, nöbetçi subaylardan birini çağırdı:

-Salacaklı Ali Fuat Efendi sınavlarını vererek okula kabul edildi. Kendisini birinci sınıfın birinci kısmına götür, emrini verdi.
Nöbetçi subayı önde, ben arkasında okulun koridorlarını geçtik.

Kendi odasına geçtiğimiz zaman nöbetçi subayı hademelerden birine:

-Birinci sınıfın birinci kısım çavuşu Mustafa Efendi buraya gelsin, emrini verdi. Sonra bana döndü:

-Mustafa Efendi, sizden birkaç ay önce Manastır Askeri Lisesi’nden geldi. Çalışkan, halûk ve zeki bir çocuktur. Onunla iyi anlaş.

Kısa bir müddet sonra içeriye on yedi, on sekiz yaşlarında sarı saçlı, parlak mavi gözlü, sarı bıyıklı, pembe yanaklı, zayıfça bir çocuk girdi. Giydiği şık Harbiyeli elbisesini düzgün vücuduna pek yakıştırmıştı. Vakurdu. Nöbetçi subayını selâmladı.

-Emredin efendim.

-Senin takımın birinci mangasına sınavla kabul edilen Salacaklı Ali Fuat Efendi’nin kaydını yaptık. Alıp gidin. Kendine ne şekilde hareket etmesi gerektiğini güzelce anlatın. Askeri liseden gelmediğini de dikkate alın.

Sarı saçlı, sarı burma bıyıklı genç Harbiyeli ayaklarını birbirine vurdu.

-Emredersiniz efendim, baş üstüne efendim.

Sonra bana döndü. Gayet nazik bir tavırla:

-Buyurun arkadaş, gidelim, dedi.

Bu arkadaşlık, sağlam bir dostluğa dönüştü.”

Mustafa Kemal, ikinci sınıfa geçtikten sonra derslerine daha fazla sarılmıştı. Şiiri, bırakmışsa da iyi konuşmak başlıca hevesleri arasında idi. Mustafa Kemal, ikinci sınıf günlerini şöyle anlatmaktadır:

“Teneffüs saatlerinde hatiplik yapardık. Ellerimizde saat, bu kadar zaman sen, bu kadar zaman ben, diye yarışma ve tartışmalar tertiplerdik.”

1901 yılında Harp Okulu’nun üçüncü sınıfına geçti. Bu sınıfta, Mustafa Kemal ve arkadaşlarında memleket kaygısı almıştı. Derslerin dışında memleket meseleleriyle ilgilenmeye başladılar. Olayların önemini kavradıkça, “memleket nereye gidiyor?” endişelerine düşmeye başladılar.

Üçüncü sınıf günlerini Mustafa Kemal şöyle anlatır:

“Harbiye senelerinde siyaset fikirleri baş gösterdi. Vaziyet hakkında henüz nafiz bir görüş oluşturamıyorduk. Sultan Hamit devri idi. Namık Kemal’in kitaplarını okuyorduk. Takibat sıkı idi. Ekseriyetle ancak koğuşta yattıktan sonra okuma imkânı buluyorduk. Bu gibi vatansever eserleri okuyanlara karşı takibat yapılması, işlerin içinde berbatlık bulunduğunu ihsas ediyordu. Fakat bunun mahiyeti gözlerimiz önünde tamamıyla belirmiyordu.”

O yıllarda her yerde jurnalciler vardı. Herkes takip ediliyordu. Yaptığınız her hareket bildiriliyordu. Namık Kemal ve onun gibi vatansever yazarların eserlerinin okunması yasaktı. Bu kitapları okumak, bulundurmak yasak olan kitapları ancak gece, herkes yattıktan sonra okuyabiliyorlardı.
Üçüncü sınıf günlerini arkadaşı Ali Fuat Cebesoy da şöyle anlatmaktadır:

“Üçüncü sınıfta derslere başladığımız zaman artık genç dimağlarımız derslerden başka şeylerle de ister istemez meşgul oluyordu. Günde birkaç defa “Padişahım çok yaşa!” diye bar bar bağırdığımız devrin padişahı Sultan Abdülhamit gözümüzden yavaş yavaş düşüyordu. Tıbbiyeci genç ve aydın hürriyet taraftarlarının sürgünlere gönderildiğini duydukça adeta feveran ediyorduk. Bir gün bizim de başımıza böyle bir şey gelebilirdi. Devlet idaresinin iyi işlemediğini, suiistimallerin alıp yürüdüğünü, memurların ve subayların maaşlarını alamadıklarını buna mukabil saraya mensup sırmalı hafiyelere maaşlarından başka keseler dolusu altın verildiğini haber aldıkça, Sultan Hamit’e karşı, esasen pek de kuvvetli olmayan güvenimiz büsbütün sarsılıyordu.

Ordunun fena eller idaresinde değer ve itibarını kaybettiğini görüyorduk.

Donanma da kara ordusundan pek farklı değildi. Fakat kimse ortaya çıkıp:

-Nereye gidiyoruz, memleketi nereye götürüyoruz? diye soramıyordu. Sormak cesaretini gösteremiyordu. Çünkü padişahtan ve onun hafiyelerinden korkuyorlardı.”

Mustafa Kemal ve arkadaşları, Harp Okulu’nda siyasetle daha yakından ilgilendiler. Namık Kemal’in şiirlerini okurken anlamını daha iyi kavrıyorlardı. Hürriyet mücadelesine daha fazla destek veriyorlardı. Bu kavramların anlamını öğrendikçe, aldıkları risk de artıyordu.
Harp Okulu’nun üçüncü sınıfında Mustafa Kemal için en önemli olay, hürriyet meselesi idi. Ancak, daha önemlisi, Mustafa Kemal hürriyet için mücadele etmek gereğine inanıyordu. Bu mücadeleyi nasıl yapmalı? Mustafa Kemal’e göre ülke çapında hürriyetçi teşkilâtlar kurulmalı idi. Bunu da Harp Okulu’ndan mezun olup Akademi’ye giremeyenler yapmalıdır. Bunlar ordu görevine atanınca, gittikleri yerlerde hürriyetçi teşkilatlar kurmalıydılar. Daha sonra Akademi’den mezun olan arkadaşları ordu görevine başladıkları zaman, bu teşkilâtları ordu içinde yayabilirlerdi. Ama bu noktada Mustafa Kemal için daha önemli bir amaç vardı: Harp Okulu’nu bitirince Harp Akademisi’ni kazanabilmek. Çünkü biliyordu ki, Harp Akademisi’ni kazanamazsa, mesleğinde yükselemezdi. Bu sebeple Akademi’yi mutlaka kazanmalıydı. Bunun için de çok çalışmalıydı.

Üçüncü sınıf kalabalıktı. Bunlardan ancak pek az bir kısmı Harp Akademisi’ne girebilecekti. Geri kalanlar tayin edilecekleri kıtalara dağıtılacaklardı. Mustafa Kemal, bunlardan emniyet ettiklerine daha şimdiden gittikleri yerde teşkilât kurmaları için telkinlerde bulunuyordu. Bir gün arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’a:

-Fuat, demişti. Biliyorum, bu arkadaşlar erkânıharp olmayacaklar. Fakat bizlere nazaran daha avantajlı durumda bulundukları da muhakkak. Çünkü bizden önce ordu saflarına katılacaklar. Eğer Rumeli’ye giderlerse, erkânıharp çıktığımız zaman bizim için bir zemin ve vasat hazırlamış olacaklardır.
Mustafa Kemal muhakkak kurmay subay olacağına, yani Harp Akademisi’ne gireceğine inanıyordu. Bunun için de oldukça çok çalışıyordu. Bir gün:
-Ya erkânıharp olmazsan ne yaparsın?

Diye yarı şaka yarı ciddi takılan sınıf arkadaşını derhal susturdu:

-Seni bilmiyorum, fakat ben muhakkak erkânıharp olacağım.

Ali Fuat Cebesoy, üçüncü sınıf günlerindeki çalışmaların bir bölümünü şöyle anlatmaktadır:

“Harp Okulu’nda teşkilâtın ilk nüvesini kurduk. Tabiî gizli olarak, Mustafa Kemal’e benden başka yardım edenler arasında Muhittin Baha Pars’ın ağabeyi İsmail Hakkı ile Ömer Naci ve birkaç arkadaş daha vardı. İsmail Hakkı şairdi, güzel yazı yazıyordu. Ömer Naci ise hatipti, güzel konuşuyordu. Arkadaşları üzerinde şayanı hayret bir telkin kudreti vardı. Sesinin tonu da çok tatlı idi.

Fikirlerimizi, toplamı binleri aşan Harp Okulu öğrencilerine aşılamak için sınıfta el yazısı ile bir dergi çıkarmaya karar verdik. Bu görevi, başta Mustafa Kemal olmak üzere Ömer Naci ile İsmail Hakkı ve diğer bazı arkadaşlar üzerlerine almışlardı. Üçüncü sınıfta, bu dergilerden iki veya üç sayı çıkarabildik.”

Bunları hangi şartlarda yaptıklarını düşünürsek, ne ile karşı karşıya olduklarını daha iyi anlarız.

O günlerde hürriyetçi fikirleri konuşmak yasaktı. Herkesin peşinde bir hafiye vardı. Mustafa Kemal ve arkadaşları bu çalışmalarını yaparken yakalansalar, bırakın Harp Akademisi’ne girmeyi, Harp Okulu’ndan dahi atılırlardı. Yani asker bile olamazlardı. Cezalandırılıp hapse gönderilirlerdi. Ancak, Mustafa Kemal ve arkadaşları bu dergiyi çıkartırken korkulu bir rüya ile karşılaşmadılar.

Mustafa Kemal 10 Şubat 1902’de Harp Okulu’nu bitirdi. 1472 sicil numarasıyla okul sekizincisi olarak Harbiye’den mezun olduğunda 21 yaşında idi.

HARP AKADEMİSİ:

Harp Okulu’ndan üstün derece ile mezun olanlar, o zaman uygulanan sisteme göre, yine aynı binada bulunan ve bugünkü Harp Akademisi’ne esas teşkil eden Erkânı Harbiye sınıfına devam ederlerdi. Bu sınıfa devam edenlere de erkânıharp denilirdi. Harp Akademisi’nin süresi üç yıldı.

Mustafa Kemal ve arkadaşları, Harp Okulu’nda iken çıkardıkları el yazması dergiyi Harp Akademisi’nde de çıkarmaya devam ettiler. Ekibin reisi yine Mustafa Kemal idi. Sorumluluğun en ağır yükü de O’nun omuzlarında idi.

Akademi birinci sınıfının yanında, okullarında Teğmen çıkan veterinerlerin Yüzbaşı olarak orduya katılabilmek için eğitimlerini tamamladıkları bir ders odası vardı. Dergi bu odada hazırlanır, sonra gizlice elden ele geçerdi. Sarayın korkunç hafiyelerinden biri nasılsa haber alıp ihbar eder. Okul Komutanı Ali Rıza Paşa çağrılıp bir güzel azar yerse de okulda böyle şeyler olmadığını söylemekten vazgeçmedi. Bir gün kendisi ders odasını bastı, hepsini suçüstü yakaladı. Başarılı bir asker değildi. Ama vicdanlı ve namuslu bir kimse idi. Eğer isteseydi hepsinin askerlik mesleğinin son bulacağına şüphe yoktu. Dergiyi görmezlikten geldi. “Ne diye başka şeylerle uğraşıp derslerinize çalışmıyorsunuz ?” demekle yetindi.

Mustafa Kemal’in yetiştiği ortamda izi olan insanlardan biri, Harp Akademisi Komutanı Ali Rıza Paşa’dır. Çünkü bu komutan, Mustafa Kemal’in askerliğini yakabilirdi. Bunu yapmadı. Ali Rıza Paşa saraya yakın bir insan olsaydı, bunu, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gözlerinin yaşına bakmadan yapardı. Bu vatansever insan, bu istikbal vadeden gençleri harcamamış, saraya teslim etmemiştir.

Bu dönemde, Mustafa Kemal’deki cevheri gören, bunu söyleyen insanlardan biri de Tuğgeneral Osman Nizami Paşa’dır.

Mustafa Kemal, sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoylarda Tuğgeneral Osman Nizami Paşa ile tanıştı. Bu paşa, yeni tanıştığı Mustafa Kemal’den etkilendi ve onun hakkında bir kehanette bulundu. Mustafa Kemal’in büyük bir devlet adamı olacağını açıkladı.

Bu tanışmayı ve konuşmaları Ali Fuat Cebesoy şöyle anlatmaktadır:
“Kuzguncak’ta yeni yaptırdığımız binaya taşınmıştık. Birkaç hafta sonra babam:

-Mustafa Kemal Efendi’yi göreceğim geldi. Beklediğimi kendisine söyle ve al getir.

Dedi.

1902 Haziran ayı sonlarına doğru bir perşembe günü Mustafa Kemal ile beraber Kuzguncuk’a geldik. Babam evde yoktu. Mustafa Kemal akşam yemeğini bizde yiyecek, yemekten sonra İstanbul’a dönecekti. Harp Akademisi birinci sınıfa geçmiş bulunan Ali Fethi Okyar ile randevusu vardı. Biraz istirahattan sonra Boğaz’a gezmeye çıktık. Döndüğümüz zaman babamı evde bulduk. Elini öpen arkadaşımın o da yüzünden gözünden öptü.

-Oğlum, burası senin evin sayılır, ne için sık sık gelmiyor da davet bekliyorsun ?

Diye serzenişte bulundu. Arkadaşım Mustafa Kemal yemekten sonra İstanbul’a dönmek zorunda olduğunu söylediği zaman izin vermedi:

-Katiyen olmaz. Yarın Fuat’la dönersiniz. Hem sizi çok değerli bir Tuğgeneral ile tanıştıracağım. Kendisine birkaç defa senden bahsettim. Alâka gösterdi ve bu çocuğu görmek isterim, dedi. Yarın bize öğle yemeğine gelecek.

Babam sonra arkadaşı Osman Nizami Paşa hakkında bilgi verdi. Paşa ağırbaşlı, iyi eğitim görmüş bir subaydı. Komutanlıktan çok kendini fenne vermiş bir askerdi. Almanca ve Fransızca’yı ana dili gibi bilirdi. Alman ve Fransız edebiyatı konusunda bilgisi vardı. İngilizce’yi de kusursuz konuşuyordu.

-Biraz menfi yaratılışlıdır, dedi.

Babamın bundan neyi kastettiğini anlayamadım. Yalnız kendisiyle serbestçe konuşmamızı tavsiye etti.

Osman Nizami Paşa, Meşrutiyet yıllarında Berlin’de büyükelçilik, Balkan Savaşı’nda Sait Halim Paşa Hükümeti’nde kısa bir süre Nafıa Nazırlığı (Bayındırlık Bakanlığı) yapmıştır.
Ertesi gün öğleden evvel Osman Nizami Paşa ile Mustafa Kemal tanıştı. Paşa konuşmaktan çok dinlemeyi seven bir kişiydi. Fakat o gün temkinli olmakla beraber çenesi biraz da olsa açılmıştı. Ancak ihtiyatı elden bırakmamaya gayret ediyordu. Konuşmaların ruhu memleketin fenaya doğru gitmekte olan durumu idi. Osman Nizami Paşa’ya göre Sultan Abdülhamit vehimli ve idarei maslahatçı bir hükümdardı. İstibdat idaresinin değişeceğine, hatta yumuşayacağına dair onda hiçbir belirti yoktu.

Mustafa Kemal, Osman Nizami Paşa’nın gelecek hakkındaki sözlerini hayretle ve irkilerek dinliyordu. Osman Nizami Paşa:

-İstibdat idaresi bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine Batılı manada bir idare gelip memleketi her bakımdan acaba kalkındıracak mıdır ? Ben buna inanmıyorum.

Dedi. Mustafa Kemal’in hayreti bir kat daha arttı. Osman Paşa, Sultan Abdülhamit’in adamlarından biri olamaz mı idi ? Acaba gene Harbiyelinin ağzını mı arıyordu ? Bununla beraber Mustafa Kemal şu cevabı verdi:

-Paşa hazretleri, Batılı manalı idareler de zamanla gelişmişlerdir. Bugün uyur gibi görünen milletimizin çok kabiliyetli bir cevheri vardır. Fakat bir inkılâp vukuunda bugün işbaşında olanlar, yerlerini korumaya kalkarlarsa, o vakit buyurduğunuzu kabul etmek lâzım gelir. Yeni nesiller içerisinde her hususta itimada lâyık insanlar çıkacaktır.

Osman Nizami Paşa buna cevap vermedi. Yüzünden de tasvip edip etmediğini anlamak mümkün değildi. Yemeğe oturduk. Bu konuşma bir daha açılmadı. Yalnız Mustafa Kemal’e bazı sorular sordu. Arkadaşımın verdiği cevapları yakın bir ilgi ve dikkatle dinledi.

-Mustafa Kemal Efendi oğlum. Görüyorum ki İsmail Fazıl Paşa seni takdir etmek hususunda yanılmamış. Şimdi ben de onunla hemfikirim. Sen, bizler gibi yalnız erkânıharp subayı olarak normal bir hayata atılmayacaksın. Keskin zekan ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzerinde etkili olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma. Sende memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum.

Esasen mahcup olan arkadaşım Mustafa Kemal, bu övgü karşısında başını önüne eğdi:

-Paşa hazretleri, asla lâyık olmadığım iltifatı gösterdiniz.

Diye teşekkür etti. Osman Paşa’nın uzattığı eli saygıyla öptü.

Gerçekten Osman Nizami Paşa yanılmadı. Mustafa Kemal, devletin başına gelen en büyük adam oldu.”

Mustafa Kemal, Aralık 1904’te Kurmay Yüzbaşı olarak Harp Akademisi’ni bitirdi. 24 yaşında idi. 37 kişi arasında okul beşincisi oldu.

Üç yıllık ders notlarına göre okulun şeref tabelası şöyleydi:

Birinci-İhsan Cihangir (Birinci Dünya Savaşı sonlarında 6. Ordu, İstiklâl Savaşı’nda Büyük Taarruz’dan kısa bir süre önce 1. Ordu Komutanlıklarında bulunan General Ali İhsan Sabis.).
İkinci-Asım Kütahya (Genelkurmay İkinci Başkanlığı’ndan emekli Asım Gündüz.).
Üçüncü- Tevfik Selânik (Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşlarından biri olan pek değerli bir subaydı. Genç yaşında Selânik’te vefat etti.).
Dördüncü- Hayri Davutpaşa (General).
Beşinci- Mustafa Kemal Selânik (Atatürk).
Altıncı- Mustafa İzzet Çanakkale (Emekli Albay.).
Yedinci- Ali Seydi Kava (Albay).
Sekizinci- Ali Fuat Salacak (General Ali Fuat Cebesoy).
Dokuzuncu- Şevki Kıztaşı (Binbaşı).
Onuncu- Süleyman Şevket İzmir (Prag sefiri).
On birinci- Sedat Üsküdar (General).
On ikinci- Kemal Ohri.
On üçüncü- Müfit Kırşehir (Cumhuriyet döneminde milletvekili Müfit Özdeş.).
TUTKLANMASI:

Mustafa Kemal ve arkadaşları Harp Akademisi’ni bitirip tayin beklerken yine boş durmadılar. Ordu görevine başlayınca neler yapabilecekleri konusunda çalıştılar. Ancak, aralarına giren bir hafiye onları yakalatarak tutuklanmalarını sağladı. Mustafa Kemal bu olayı şöyle anlatmaktadır:

“Yüzbaşı olarak okuldan çıktıktan sonra İstanbul’da geçireceğimiz süre içinde bu işlerle daha iyi uğraşmak için bir arkadaş adına bir apartman tuttuk. Ara sıra orada toplanıyorduk. Bu hareketimizin hepsi takip olunuyor ve biliniyordu.

Bu sırada Fethi Bey adlı eski arkadaşlardan subay iken askerlikten çıkarılmış bir zat karşımıza çıktı. Kendisinin sefaleti halinden, yardıma muhtaç olduğundan, yatacak yeri bulunmadığından bahisle bize sığındı. Biz de bu zatı sahip olduğumuz apartmanda yatırmaya, yardım etmeye karar verdik. İki gün sonra kendisinin talebi üzerine bir yerde buluşup görüşecektik.

Gittiğim zaman yanında Mabeyn’den bir de yaver gördüm. Apartmanda yatan İsmail Hakkı Bey namında bir zat vardı. Derhal götürmüşler. Bir gün sonra da bizi tevkif ettiler. Fethi Bey meğer İsmail Fazıl Paşa’nın hafiyesi imiş. Bir müddet yalnız surette mahpus kaldım. Sonra mabeyne götürdüler, sorguya çekildim. İsmail Paşa, başkatip, bir de sakallı bir adam hazır bulunuyordu. Anladık ki gazete çıkardığımızdan, hülâsa bütün bu işlerden dolayı suçlu bulunuyorduk. Daha evvelki arkadaşlar itiraflarda bulunmuşlar. Birkaç ay bizi tutuklu tuttuktan sonra bıraktılar. Serbest bırakılmamızın Rıza Paşa’nın mesaisi sonucunda olduğunu kendisi söyledi. Birkaç akşam sonra çağırdı. Her şeyi bildiğini, bizi müdafaa mecburiyetinde kaldığını, bundan sonra dikkatli davranmamız lâzım geldiğini samimi surette ihtar etti.

Birkaç gün sonra Erkânıharbiye (Genelkurmay) dairesine bütün erkânıharp arkadaşları çağırdılar. Birbirine eş seviyede Edirne ve Selânik’e, yani o zamanki İkinci ve Üçüncü Ordulara gönderilmemiz kararlaştırılmıştı. Kura çekileceğini, fakat aramızda anlaşırsak, kuraya lüzum kalmayacağını söylediler. Ben arkadaşlara işaret ettim. Biraz konuştuk. Bu anlaşma sonucunda İkinci ve Üçüncü Ordulara gidecekleri ayırdık.

Bu hareketimizi aramızda teşkilât bulunduğuna delil saydılar. Beni Suriye’ye sürdüler.”

Genç Yüzbaşı Mustafa Kemal, hafiyelerin teşkilâtçılıkla suçlamalarından ve tutuklandıktan sonra, hakkında verilen hükümde “memleketine kolay vasıtalarla gidemeyeceği bir bölgede hizmet görmesi” kaydı konuldu. Bu sebeple Suriye’deki 5’inci Ordu’ya tayin oldu.

KAYNAKLAR

Prof. Dr. A. Afetinan, M. Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım, 1000 Temel Eser Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara, 1971.
Prof. Dr. A. Afetinan, Mustafa Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XXIII. Dizi. Sa. 7, Ankara, 1983.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 3, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları:1, Ankara, 1989.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya,
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, c. 1, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1981.
Osman Bircan, Belge ve Fotoğraflarla Atatürk’ün Hayatı, TC. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
Gen. Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, 2. Baskı, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1981.
M Erenli, Atatürk 1 Vatan ve Hürriyet, Yapı Kredi Bankası Yayınları, İstanbul, 1981.
Hamza Eroğlu, Atatürk Hayatı ve Üstün Kişiliği, TC. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1997.
Görsel Büyük Genel Kültür Ansiklopedisi, c. 2, İstanbul,
Mango, Andrew, Atatürk, Sabah Kitapları, İstanbul, 2000.
Meydan Larousse Ansiklopedisi, c. 1, Meydan Yayınları, İstanbul, 1983.
Mikusch, Dagobert von, Gazi Mustafa Kemal Avrupa ile Asya Arasındaki Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1981.
Naci Kasım, Türk’ün Altın Kitabı Gazi’nin Hayatı, İstanbul Maarif Kitaphanesi, İstanbul, 1973.
Enver Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, Berkalp Kitabevi, Ankara, 1964.
Fethi Tevetoğlu, Ömer Naci, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara, 1973.
Jorge Blanco Villalta, Atatürk, Çev:Em. Kur. Alb. Fatih Özsu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982.
Yeni Hayat Ansiklopedisi, c. 1, Doğan Kardeş yayınları, İstanbul, 1980.
Ali Gümüş, “Balkanlarda Bir Demokrat Mustafa Kemal”, Tercüman Gazetesi, 12.11.1980.
A. Necati Aker, “Atatürk Hangi Gün Doğmuş Olabilir ?” Yıllarboyu Tarih Dergisi, S. 1, Ocak 1981.
Prof. Dr. Yahya Akyüz, “Atatürk’ü Yetiştiren Öğretmenlerden Birkaçı”, Millî Eğitim Dergisi, Kasım 1981.
Falih Rıfkı Atay-Mahmut Soydan, Sadeleştiren: İsmet Bozdağ, “Atatürk’ün Anıları”, Milliyet Gazetesi, 19.11.1978.

İSTİKLAL MARŞI NASIL YAZILDI?

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ
MEHMET AKİF ERSOY
HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER
OSMAN ZEKİ ÜNGÖR
İSTİKLAL MARŞI’NIN BESTELENMESİ
İSTİKLAL MARŞI
İSTİKLAL MARŞI’NIN AÇIKLAMASI
İSTİKLAL MARŞI NASIL YAZILDI?
İSTİKLAL MARŞI’NIN MECLİSTE KABUL EDİLİŞİ


ÖNSÖZ

İstiklal Marşı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 12 Mart 1921 tarihli toplantısında yapılan görüşmelerden sonra kabul edildi. Millî Marş’ımızın yazılış ortamı, yazılışı ve kabul edilişi hakkında yaptığım araştırmalar sonunda şunu gördüm: Bu ko¬nularda az denecek kadar makale ve kitap yazılmıştır. Her bir makale ve kitapta da olayın ayrı ayrı bölümleri ele alınmıştır. Birisinde ortam ele alınmış ise bir diğerinde İstiklal Marşı yazdırmak için açılan yarışma anlatılmıştır. Bir başkasında da Mehmet Akif'e nasıl yazdırıldığı anlatılmıştır. Yani konuyu bir bütün olarak ele alan esere rastlayamadım. Bu sebeple, bu a¬raştırma sonunda, bu ayrı ayrı bölümleri birleştirmek, bir bü¬tün haline getirmek kararını verdim.
Bu kitap, işte bu karar sonucunda iki temel amaç için hazırlanmıştır. Birinci amaç; Mehmet Akif'in büyük bir şair (İstiklal Marşı şairi) olduğunu, İstiklal Marşı’mızın yazılış or¬tamını ve kabul edilişi hakkındaki bilgileri gençlerimize ve ye¬tişmekte olan çocuklarımıza sunabilmektir. İkincisi ise; okulla¬rımızda pratik olarak ve her şartta rahatlıkla oynayabilecek bir oyun hazırlamaktır.
Burada anlatımı yapılan konular ve konuşmalar tamamen gerçeğe dayanmaktadır. Değişik yayın organlarında deği¬şik zamanlarda yayınlanan bu olaylar dizisi gerçek belgelerden yararlanılarak ve asıllarına sadık kalınarak hazırlanmıştır.
Kitap iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm Millî Eğitim Bakanlığının (Maarif Vekâleti'nin) İstiklal Marşı yazımı için açtığı şiir yarışması; yarışmaya gelen şiirlerin yeterli ol¬mayışı; Mehmet Akif Ersoy’un yarışmaya katılmadığı anlaşı¬lınca sebebinin öğrenilmesi... Mehmet Akif, sırtında paltosu yokken ve cebinde palto alacak parası bulunmazken “ben para için şiir yazmam” inancıyla yarışmaya katılmamıştı. Bilhassa milletin malı olabilecek bir şiiri para karşılığında yazmak is¬temediğini açıklamıştı. Bu konuda yapılan ricaları da geri çe¬virmişti. Fakat Hamdullah Suphi Bey’in gayretleri boşa gitme¬di. Mehmet Akif Bey’i ikna ettiler ve İstiklal Marşı şiirini yaz¬masını sağladılar. Hem de ödül olarak verilmesi kararlaştırı¬lan 500 lirayı da bir hayır kurumuna vermek şartıyla... Daha sonra bu 500 lirayı “Dul ve Şehit Ailelerini Koruma Derne¬ği”ne hediye etmiştir. Bu çaba sonunda millî gururumuz, istik¬lal ve hürriyetimizin timsali olan Milli Marş’ımız ortaya çıktı.
İkinci bölüm, Millî Eğitim Bakanlığınca belirlenen şiir¬ler (7 tane) arasından birisinin Millî Marş olarak seçilmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisinde 1 Mart ve 12 Mart 1921 tarihli görüşmeleri kapsamaktadır. Bu bölümün tamamı Meclis zabıtlarından aynen alınmıştır.
Belgelere sadık kalmak ve olayların aktarılışı yönünden bir dramatizasyona yer vermek; Meclis tutanaklarını değiştir¬meden sunabilmek ve konuşmalar arasında yapılacak yorumla¬rı okuyucuya bırakmak için konu düz bir anlatım yerine oyun şeklinde ele alınmıştır. Ayrıca öğrencilerimize bir piyes kitabı kazandırabilmek amacı önemli bir etken olmuştur.
Bizim görevimiz elimiz tuttuğunca, dilimiz döndüğünce, bizden sonrakilere yol göstermektir. İyiyi, güzeli, doğruyu ta¬nıtmak, öğretmek ve sevdirmektir. Bunu yapabilmek en büyük mutluluktur.
Halil İbrahim YILDIRIM

MEHMET AKİF ERSOY
(1873 - 1936)

Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul'da doğdu. İlköğrenimine 4 yaşında “Emir Buhari” mahalle mektebinde ve Millî Eğitim'e bağlı resmî okulda devam etti. Bu ara babası da ken¬disine Arapça dersleri öğretmeye başladı.
Fatih Merkez Rüştiyesi'nde okudu. Bu okulda Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca derslerinde birinci idi.
Rüştiye'den (ortaokul) sonra Mülkiye'nin 3 yıllık idadi (lise) kısmına girdi. Burayı bitirip 2 yıllık âli (yüksek) kısmına geçince babasını kay¬betti. Bunun üzerine Akif, “Mülkiye mezunları iş bulamıyor” diyerek yeni açılan Mülki Baytar (Veteriner) mektebine geçti. Burası 4 yıllık idi. Bu okulun son iki yılında şiirle ilişkisi ço¬ğaldı. Bu okuldaki doktor hocalar, telkinleriyle dini terbiyesi üzerinde etkili oldular. Okulunu birincilikle bitirdi.
Ziraat Bakanlığı'nda görevlendirildi. Bu ara Rumeli'de, Anadolu'da, Arabistan'da dolaşarak hayvan hastalıkları ile ilgi¬li incelemeler yaptı. Halkla ve köylüyle pek sıkı temaslarda bulundu.
1913 yılında “Umur-u Baytariye Müdür Muavini” iken görevinden istifa etti. Halkalı Ziraat Mektebi ile üniversitede ede¬biyat dersleri veriyordu; görevi ile birlikte üniversiteden de ayrıldı.
Akif, sadece okullarda öğrendikleriyle kalmamış, okul dışı çalışmalarıyla da kendini yetiştirmiştir. Ayrıca babasının çalıştırması ve babasının arkadaşlarıyla yaptığı sohbet toplantı¬larına katılması, yetişmesine çok büyük katkılar yapmıştır.
Meşrutiyet'in ilanı (1908) ile yayın dünyasına girdi.
Böylece gazete ve dergilere yazdıklarıyla okuyucu karşısına çıktı. Sırat-ı Müstakim'de başyazarlık yaptı.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında gelen işgaller Türk'ü yok etmek, yurdunu paylaşmak gayesiyle yapılıyordu. Akif, Anadolu Harekâtı başlayınca Anadolu'ya geçti. Konya isyanı¬nın bastırılmasına yardımcı olmak için Konya'ya gitti. Kasta¬monu'da Nasrullah Camii'nde, halka, olaylar karşısında yan¬lış kanaatte olmalarını önleyici bilgiler verdi. Galip devletlerin Türkiye'ye kabul ettirmek istedikleri Sevr'in iç ve dış yüzünü kimsenin kalbinde şüphe bırakmayacak bir kesinlikle anlatıp, bunu kabul etmenin esaret, zillet ve izmihlali kabul etmekten başka bir şey olmadığını bütün açıklığıyla gösterdi. Daha sonra bu konuşmalar bastırılarak memleketin her köşesine dağıtıldı.
Mehmet Akif, Burdur Milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine girdi. İSTİKLAL MARŞI'nı yazdı ve Kahra¬man Ordumuza ithaf etti. Türkiye Büyük Millet Meclisinde 12 Mart 1921 günü Türk Millî Marşı olarak kabul edildi. Ödül olarak verilen 500 lirayı Dul ve Şehit Ailelerini Koruma Derneği'ne hediye etti.
Zaferden sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisindeki gö¬revi son bulunca, İstanbul'a geldi. Davet üzerine Mısır'a gitti. Baharda geri döndü. Böylece birkaç kışı Mısır'da geçirdi. 1925'te devamlı kalmak üzere gitti. “Firavunla Yüz Yüze” isimli eser bu sırada hazırlandı. Kuran'ın tercümesi için çalıştı. Ayrıca Mısır Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Türkçe profesörlüğü yaptı.
1936 yılında Türkiye'ye döndü. Yakalandığı sirozdan kurtulamayarak 26/27 Aralık 1936'da hayata gözlerini kapadı.
Tamamen kendine özgü bir tarzda yazan Mehmet Âkif Ersoy, en büyük Türk şairlerindendir. Mehmet Akif, İstiklal Marşı şairimizdir. Şiirlerinde vatan, din, toplum ve halk eğitimi konularını işler. Bazen “Asım”daki “Çanakkale” parçasında, “Bülbül” de olduğu gibi millî, “Secde”de, “Gece”de olduğu gibi dini lirik şiirin şahikalarına çıkar. Aruza olağanüstü hâkimdir. Şiirleri hemen söylenivermiş gibi akıcı ve tabiidir. Din anlayışı pek ileri olup, İslam ülkelerinin geriliğini, bundan kur¬tulma çarelerini, emperyalist baskılardan silkinmeyi, olumlu düşünüşü kuvvetle dile getirir, aşılar. Gerek millî, gerekse ma¬hallî sahneleri büyük bir kudretle canlandırır. Köy ve mahalle hayatını pekiyi tanıdığı için hiçbir yapmacığa kaçmadan bu konuları ustalıkla işlemiştir.
Mehmet Akif Ersoy, şiirlerini 7 kitapta toplamıştır: Safahat (1912), Hakk'ın Sesleri (1913), Fatih Kürsüsünde (1914), Hatıralar (1917), Asım (1919), Gölgeler (1933). Şair sonradan bunları “SAFAHAT” adlı kitapta toplamıştır. İstiklal Marşı’nı, milletin malı olduğu için Safahat'a almamıştır.
Diğer eserleri: Hz. Ali'nin Bir Devlet Adamına Emir¬namesi (Çeviri, 1963), İman ve Ahlak (Babazade A. Naim'le birlikte, 1965), Kur'an-ı Kerim'den Ayetler (Meal - Tefsir¬ Mevîzeler, 1968), Mehmet Akif Ersoy'dan Bir Demet (Derl. Ş. Tanaçar, 1970)

HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER

(1886 -1966)
Tanınmış fikir ve devlet adamlarımızdandır. İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi'nde okudu. Meslek olarak öğret¬menliği seçti. İstanbul Erkek Öğretmen Okulu'nda öğret-menlik yaptı. Üniversitede de Türk - İslam Sanatları Tarihi okuttu.
1908' den sonra gazete ve dergilerdeki yazılarıyla tanın¬maya başladı. Türk Ocakları'nın kurulmasında ve geliştiril¬mesinde çalıştı. Balkan Savaşları'ndan sonra (1913) Türk Ocakları'nın ikinci başkanlığını yaptı. Bu örgütün “Hars ve İlim Heyeti” üyeleri arasında yer alarak Ziya Gökalp, Halide Edip, Mehmet Emin (Yurdakul), Fuat Köprülü vb. ile birlikte milli¬yetçilik akımının yerleşmesi için Türk tarihi ve Türk dili üzeri¬ne yapılan çalışmalara katıldı.
Hamdullah Suphi, daha Galatasaray Lisesi'ndeyken şiir yazmaya başlamıştı. Yazı hayatına Fecr-i Ati topluluğunda şiirler yazarak başladı. Şiirin yanı sıra hikâye, makale türlerinde de yazmakla birlikte genellikle iyi ve güçlü bir hatip olarak tanındı. İzmir'in işgali üzerine İstanbul'da düzenlenen protesto mitinglerindeki coşkun konuşmaları ile dönemin en ünlü hatibi sayıldı.
Son Osmanlı Mebusan Meclisi'nde Saruhan mebusu (milletvekili) olarak yer alan Tanrıöver, daha sonra Anadolu'ya geçerek ilk Türkiye Büyük Millet Meclisinde de Saruhan mil¬letvekili olarak bulundu. Millî Eğitim Bakanlığı görevine geti¬rildi. Daha sonra İstanbul milletvekiliyken bu göreve ikinci kere yeniden getirildi. Mustafa Kemal'in yakın çalışma arkada¬şı olarak tanındı.
3 yıl da Bükreş Büyükelçiliği'nde bulundu. Bük¬reş'teyken Hristiyan Türkler olan Gagavuzlar'ın Türkiye'ye gelmelerine çalıştı.
Çok partili dönemde yeniden siyasete dönerek İstanbul milletvekili (1946 - 1957) seçildi. Bu ara Türk Ocakları'nın yeniden diriltilmesine çalıştı. 1966'da öldü. Basılmış eserleri “Dağyolu” ile “Günebakan”dır. Şiirlerini bir kitapta toplamış¬tır.

OSMAN ZEKİ ÜNGÖR

(1880 - 1958)
Osman Zeki Üngör 1880 yılında İstanbul'da doğdu. Ba¬bası Hüseyin Bey'dir. Osman Zeki, Beşiktaş Askerî Rüştiye'de (ortaokulda) okudu. II yaşına geldiği zaman Saray Müzikası'na yazdırıldı. Saray'da, babasından ve o zamanın değerli müzik öğretmenlerinden ders aldı. Müzikayı Hüma¬yun'da keman öğrendi. Daha sonra Vondra Bey'in yerine opera orkestrası başkemancısı, binbaşı rütbesiyle de saray orkestrası şefi oldu. Uzun yıllar İstanbul Erkek Öğretmen Okulu'nda mü¬zik öğretmenliği yaptı. Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğ¬ru Viyana'da ve Almanya'nın çeşitli kentlerine yaptığı turne¬lerde Avrupa'da ilk kez bir Türk orkestrasını yöneten şef unvanını aldı.
Osman Zeki Üngör, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Anka¬ra'ya geldi. Ankara'da Musiki Muallim Mektebi'ni (Okulunu) kurdu. Cumhuriyet' in ilanından sonra görevini Riyaseti Cum¬hur Musiki Heyeti (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) Şefi olarak sürdürdü. Ayrıca Cebeci Konservatuarı ve Konser Salo¬nu'nun yapımı için çaba gösterdi. 1930 yılında da, yaptığı beste resmî marş olarak kabul edildi. O tarihten beri “İstiklal Marşı” Osman Zeki Üngör'ün bestesi ile söylenmektedir.
“İşte tatlı bahar”, “Öt, öt ey kuş”, “Esir kızın ferya¬dı”, "Bahar olsun da seyredin" gibi şarkıları; “İlim Marşı”, “Azm-i Ümit Marşı”, “Töre Marşı” gibi besteleri vardır. Pek çok öğrenci yetiştirmiştir.
28 Şubat 1958 günü vefat etti. Mezarı İstanbul'dadır. Mehmet Akif ERSOY'un mezarı başında olduğu gibi Osman Zeki ÜNGÖR'ün de mezarı başında İstiklal Marşı söylenmiştir.

İSTİKLAL MARŞI’NIN BESTELENMESİ

Mehmet Akif ERSOY'un yazdığı ve 12 Mart 1921 tari¬hinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilen Millî Marş'ımız İstiklal Marşı'nın bestelenmesi için Maarif Vekâleti (Millî Eğitim Bakanlığı) bir beste yarışması düzenledi. Millî Mücadele'nin en yoğun döneminde açılan bu yarışma sonuç¬landırılamadı.
O günlerde açılan beste yarışmasına 24 eser katılmıştır.
Bunlar arasında Zati ARCA, Ali Rıfat ÇAĞATAY, Ahmet YEKTA, İsmail ZÜHTÜ ve Osman Zeki ÜNGÖR gibi bestekârlarımız da vardı. Bunların besteleri Anadolu'da halk arasında söylenmeye başladı. Fakat her bestekâr, kendi bestesini öğretiyordu. Ankara'da Kırkağaçlı Ahmet YEKTAN, İstan¬bul'da Ali Rıfat ÇAĞATAY, İzmir'de ise, Millî Mücadele yıllarında Garp Cephesi Bando Şefi iken yaptığı beste ile ya¬rışmaya katılan İsmail Zühtü Bey kendi bestelerini öğretmekte idiler.
Bu durum bir süre böyle devam etti. Bu eserlerden biri¬nin halk arasında ilgi görmesi beklendi. 1924 yılında Anka¬ra'da toplanan Maarif Kongresi, bu çelişkiye bir son verdi. Halk ağzında dolaşan bu farklı besteler arasında bir seçme ya¬pıldı. Ali Rıfat ÇAĞATAY'ın bestesi resmî beste olarak kabul edildi. Bu yeni durum bir genelge ile bütün bandolara ve okul¬lara duyuruldu.
Bu beste söylendiği dönem içinde tatmin edici bulunma¬dı. 1930 yılında Cumhurbaşkanlığı Orkestra Şefi Osman Zeki ÜNGÖR'ün bestesi Millî Marş olarak kabul edildi. Bugüne kadar söylediğimiz Millî Marşımız işte bu bestedir.
İstiklal Marşı'mızı besteleyen Zeki ÜNGÖR, besteyi na¬sıl yaptığını özetle şöyle anlatmaktadır:
“Kurtuluş Ordusu Süvarileri'nin İzmir'e giriş¬lerinden iki-üç gün sonra Talim-Terbiye Kurulu Üyesi Haydar Bey ile oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan Bey geldi. Büyük bir he¬yecan içinde süvarilerin İzmir'e girişlerini anlat¬maya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyanonun başına geçtim. İçime doğan müziği çalmaya başladım. Arkadaşlarım, “aman bu çok güzel bir şey olacak” dediler. Bunun üzerine İh-san'dan, İzmir'in kurtuluşunu ve büyük zaferi bü¬tün teferruatı ile anlatmasını istedim. O, anlattı, ben çaldım. Böylece kısa zamanda eserin taslağı ortaya çıktı. "
Zeki Bey, piyanosunun başında bestesini düzenlerken, Zeki adında bir öğrencisi de İstiklal Marşı'nı yüksek sesle o¬kumaktaydı. Böylece bestekâr, uygun melodiler arıyordu. İstik¬lâl Marşının girişinde, Türk atlılarının İzmir Kordon'da çıkar¬dığı nal seslerini notaya aldığını hatıralarında anlatmıştır.
Zeki ÜNGÖR, bestelediği marşı Viyana'ya göndermiş ve burada yapılan inceleme sonunda eserin orijinal olduğu be¬lirtilmiştir.
Millî Marşımızın bestelendiği apartmana, “Türk Millî Marşı burada bestelenmiştir” ifadeli bir levha konulmuştur.

İstiklal Marşı'nın Bestesinin Özellikleri

İstiklal Marşı'nın müziği de, sözleri gibi bir armağan a¬lınmadan yazılmıştır. Bu beste bir yarışmaya katılmamıştır.
İstiklal Marşı'nın söylenme temposu hızlıdır.
1930 yılından beri bu beste söylenmektedir.
Zeki Bey de, Mehmet Akif gibi “Bu beste benim değil, milletimindir” demiştir.


İSTİKLAL MARŞI

Kahraman Ordumuza
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım,
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda.
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecdile bin secde eder, varsa taşım,
Her cerihamdan, İlahî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruhumücerret gibi yerden naaşım,
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.

Mehmet Akif Ersoy


İSTİKLAL MARŞI’NIN AÇIKLANMASI

İstiklal Marşı'mız, Kurtuluş Savaşı'ımızın en önemli günlerinde yazılmıştır. O günler, yok olma ile karşı karşıya kaldığımız günlerdi. Aziz milletimiz yediden yetmişe canla başla savaşarak kurtuluş için savaşıyorlardı. Bugünlerde mille¬timizin güvene; cephedeki askerlerimizin de duygularını şaha kaldıracak bir heyecana ihtiyaç vardı. İşte bunu Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı ve kahraman ordumuza ithaf ettiği İstiklal Marşı'mız sağlamıştır.

“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O, benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O, benimdir; o, benim milletimindir ancak!"

Şairimiz, şanlı bayrağımıza ve onun sahibi yüce milletimize seslenerek, “Korkma!” demektedir. Bizim kanımız ve canımız olan şanlı bayrağımız bizim göklerimizde dalgalan-maktadır. Nasıl, güneş dünyayı ısıtır ve aydınlatırsa, bizim bay¬rağımız da Türk Milleti'ni ısıtır ve aydınlatır. O, ülkemin se¬malarında dalgalandıkça bizler rahat ve huzurluyuz. O, gökle¬rimde durdukça, yurdumun ufuklarını aydınlatan, şafaklarını parlatan bir ışık gibidir. O, gönüllerimizin ışığı, evlerimizin aydınlığıdır. Vatanımızın her köşesi işgal edilse, her evi, ocağı yıkılıp söndürülse, yok edilmeye çalışılsa, ortadan kaldırılama¬yacak bir ışık, bir ocak olacaktır. Bizleri ısıtan, aydınlatan bir ocak olarak şanlı bayrağımız kalacaktır. Bu sebeple, şanlı bay¬rağım “Korkma!” Korkma ey milletim! Çünkü bundan önce olduğu gibi, bu günden sonra da bayrağımız, milletimin sön¬meyen ve söndürülemeyen yıldızı olarak parlayacaktır. Ana¬dolu'ya ışığını saçan, bağımsızlığımızın sembolü olan, atalarımı¬zın al kanlarından oluşmuş al bayrağımız benimdir, bizimdir, hepimizindir. Sadece ve sadece milletimindir. Bu bayrak ol¬dukça, sevgili milletim sen de “Korkma!” Seni hiç kimse yok edemez.

“Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal,
Kahraman ırkıma bir gül!.. Ne bu şiddet bu celal?
Sana olmaz, dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal.”

Düşmanlarımız yurdumuzun dört bir köşesini işgal edip, milletimizi esarete sürüklerken, yaşlılarımızı, kadınlarımızı, çocuklarımızı öldürürlerken, milletimiz üzgün, suskun, bayra-ğımız durgundur. Şair, bayrağımıza seslenmektedir: Ey şanlı bayrağım, bayrağımın süsü ey nazlı hilâlim, senin kurbanın olayım. Milletime karşı çehreni çatma, yüzünü asma. Milletime karşı yakın ol. Kötü günler yaşıyoruz. Bu kötü günlerimizde bu şiddetin, kibrin yeri yoktur. Büyüklüğünü kahraman ırkıma gülerek göster. Biraz gülmen yeter. Yoksa sana renk veren, senin için dökülen kanlarımız helâl olmaz. Sonuç, yok oluşa doğru daha hızlı gider. Milletim olmazsa sen hangi ufuklarda nazlı nazlı dalgalanacaksın? Sen kimlerin göklerinde ısı ve ışık vereceksin? Milletimin istiklali, kendi başına bağımsız yaşa¬ması yüce Yaradan'a inancından doğan en tabiî hakkıdır.

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın, bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım."

Tanrı, Türk ülkesi üzerinde hiçbir zaman esir yaratma¬mıştır. Tarihin her çağında hür yaşadım. Sonsuza kadar da hür yaşayacağım. Beni esir etmek, zincir altında tutmak, dünyada en alamayacak işlerdendir. Şimdiye kadar bunu yapamayanlar, başaramayanlar, bugün nasıl yapabilirler? Bu çılgınlığı yapa¬bilecek olanlar kimlerdir? Ortaya çıkarsa, şaşarım. Bakmayın benim bugün acılı günlerime, inanmayın gördüğünüz kötü durumuma; ben kükremiş sel gibiyimdir. Bentler, setler beni dur¬duramaz. Hiçbir engel beni dindiremez. Enginlere sığmam ta¬şarım. Yükseklerde, dağlar karşıma çıksa, deler geçerim. Kar¬şıma çıkan engeller beni durduramaz, hepsini aşar geçerim.

“Garb'ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim, iman dolu göğsüm gibi, serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?”

Batı'daki ufuklarımızı, Avrupa'daki düşmanlarımız bir¬leşip çelikten bir duvar gibi etrafımızı sararlarsa sarsınlar. Ka¬radan tanklarıyla, denizden gemileriyle üstümüze gelirlerse gelsinler. Benim sınırlarım milletimin, Mehmetçik'imin iman dolu göğüsleriyle çevrilidir. Avrupa'nın canavarı ne kadar u¬lursa ulusun. Korkma! (Ey milletim, yücesin, büyüksün, ulu¬sun: Korkmana gerek yok) Sende bu iman ve inanç oldukça, adına “medeniyet” denilen ama maskesinin altında kan emici bir canavarı görürsün. İçi kotlaşmış, çürümüş, döküle döküle tek dişi kalmış bu canavar seni boğamaz, yok edemez.

“Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın."

Arkadaş! Sakınman, çekinmen gereken en önemli husus, yurduma alçakları uğratmamandır; uğramak isteyenler, uğra¬yanlar, akın akın gelirler; gelmek, yerleşmek isterler. Bunlara karşı yurdunu kurtarmak için öne atılacaksın, kendini siper e¬deceksin. Ancak böyle bu hücumları durdurabilirsin. Durdur¬duğun gün yüce Tanrı'nın sana, bana, bizlere; milletimize söz verdiği günler gelecektir, doğacaktır. Bu doğan gün, bugün kadar yakın, yarın kadar uzaktır.

"Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı."

Güzel Anadolu'muzda gezerken, yurdumu düşmana karşı korurken bu cennet vatanı iyi tanıyacaksın, öğreneceksin. Bastığın yerleri sadece toprak olarak bilmeyeceksin. Bu top¬rakların altında yatan binlerce, milyonlarca şehitlerimizi hatırlayacaksın. Sen de bir şehit oğlusun. Gezdiğin, yaşadığın bu topraklarda, toprak altında yatan atalarını bilerek yürüyeceksin. Bu vatan için yanlış yaptığın zaman, bu topraklarda düşman çizmeleri gezdiği zaman, şehit ataların incinecektir. Ve bugüne tadar dökülen kanlara, bu kutsal topraklara düşen canlara yazık olacaktır. Sen kendini bilirsin, atanı incitmezsin; dünyaları dahi alsan bu güzel vatanı vermezsin... Verme... Çünkü bu vatan cennet gibidir, dünyalara değişilmez.

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şühedâ!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin, tek vatanımdan beni dünyada cüda.”

Bu vatan bizim için cennettir. Bu cennet vatan nice yüz¬yıllar boyunca, uğruna canlar verilerek korunmuştur. Bugün¬lere gelinmiştir. Bizden sonra da bu böyle olacaktır. Yavrula¬rımıza huzur dolu bir ülke bırakabilmek için, bizler de elimiz¬den geleni, hatta fazlasını yapmalıyız. Kendimizi milletimiz için feda etmeliyiz. Bu uğurda kendini feda etmekten kaçan olabilir mi? Kim kaçabilir? Hangi kansız kaçabilir? A¬nadolu'nun her bir karış toprağı şehitlerle doludur. Hangi köşe¬sinden toprağı avuçlasan bir tarihle karşılaşırsın; avucuna şehit¬lerimizden bir parça gelecektir. Yüce Tanrı canımızı, sev-diklerimizi, varımızı alsa dahi bu dünyada beni, seni sadece bu cennet vatanımızdan ayrı düşürmesin.

“Ruhumun senden, İlahî şudur ancak emeli:
Değmesin mâbedimin göğsüne namahrem eli,
Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli."

Ya Rabbim, ruhumun senden bir tek dileği vardır: Ma¬betlerimizin üzerine düşmanlarımızın kirli ve kanlı elleri değ¬mesin. Bu mabetlerimizden yükselen sesler, dualar, ezanlar yurdumun semalarında sonsuza kadar dinlenmelidir. Minare¬lerde ezanlarımız susmasın. Çünkü o bir işarettir, o bir sembol¬dür, o dinimizin temelidir.

“O zaman vecdile bin secde eder, varsa taşım;
Her cerîhamdan, İlahî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır, ruhumücerred gibi yerden naaşım!
O zaman yükselerek arşa değer, belki başım!"
Yüz binlerce Türk evlâdı her cephede düşman ile kahra¬manca savaşmışlardır, şehit olmuşlardır, vatan toprağına ka¬rışmışlardır. Mabetlerimden yükselen seslerin susmadığını gö¬rünce, şehitlerim huzur bulacaktır. Heyecan içinde “şükürler olsun” diyeceklerdir. Secde edeceklerdir. Hatta mezar taşları varsa, onlar dahi secde edeceklerdir. Bu memleket ve millet için boşu boşuna şehit olmadığından dolayı mutlu olacaktır. Ya Rab, her bir yaramdan kanlar, gözlerimden kanlı yaşlar boşa¬nacaktır. Cesedim, bulunduğu yer bilinmeyen vatan toprağın¬dan, ruhum gibi fışkıracaktır. İşte o an yükselerek göklere va¬racağım. Başım en yükseklere ulaşacaktır, göğün son katlarına değecektir. İşte o zaman zafere kavuştuğumuz andır.

“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı Hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal!
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl.”

En yükseklerde benim şanlı bayrağım süzülür. Süzülür¬ken rengi şafaklara karışır. Zaferle birlikte ey şanlı hilalim, sen de kendini zaferin coşkusuna kaptır, rüzgârla dal, dalgalan. Dökülen kanlarımın hepsi artık sana helal olsun. Sonsuzluğa kadar ne seni ne de ırkımı yok edemeyeceklerdir. Çünkü her anını bağımsız olarak yaşayan bir milletin canı, varı, sembolü olarak en yükseklerde dalgalanan al bayrağım için hürriyet en büyük haktır. Yüce Hakk'a, Hüda'ya tapan, inanan milletimin ise bağımsızlık, yaşama ilkesidir. İstiklal en büyük hakkımız¬dır.


KİŞİLER


Mustafa Kemal (ATATÜRK) - Meclis Başkanı
Hamdullah Suphi (TANRIÖVER) - Millî Eğitim Bakanı
Hasan Basri (ÇANTAY) - Milletvekili
Mehmet Akif (ERSOY) - Milletvekili
Besim Atalay Bey - Milletvekili
Muhittin Baha (PARS) - Milletvekili
Salih (ATALAY) Efendi - Milletvekili
Dr. Adnan (ADIVAR) Bey - Milletvekili
Dr. Suat (SOYER) Bey - Milletvekili
Müfit (KURUTLUOGLU) Efendi - Milletvekili
Refik (KORALTAN) Bey - Milletvekili
Yahya Galip (KARGI) Bey - Milletvekili
Tevfik (DURLANIK) Efendi - Milletvekili
Tunalı Hilmi (TUNALI) Bey - Milletvekili
Refik Şevket (İNCE) Bey - Milletvekili
İhsan (ERYAVUZ) Bey - Milletvekili
Hamdi Namık (GÖR) Bey - Milletvekili
Hüseyin (ÇELİK) Bey - Milletvekili

I. PERDE
I. TABLO

(Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, Hasan Basri Bey
ve bazı kişiler... Bakanlık odasında (büro tipli bir odada)
oturmaktadırlar. Hamdullah Suphi Bey odada dolaşmaktadır.)

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Arkadaşlar bütün hür milletlerin kendi tarihi
destanlarına uygun, istiklal ve hürri¬yetlerini dile getiren bir millî
marşları vardır.

ORADAKİLER- Evet, evet doğru...

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Bizim de bir millî marşa ihti¬yacımız vardır. Aziz
milletimizin erkeğiyle-kadınıyla, çoluğuyla-çocuğuyla, yediden
yetmişe kadar bütün evlatlarıyla girişip, kanlar ve canlar feda ederek
baş¬lattığı Millî Kurtuluş Hareketi'ni dile getirecek, yur¬dun dört bir
köşesinden taşan millî duygularımızı, heyecanlarımızı mısra mısra
taşıyan bir millî marşa ihtiyacımız vardır.

HASAN BASRİ BEY - Bu marş cepheden cepheye koşan Mehmetçiğimizi
coşturacak, onun ve ona yardıma koşan insanımızın moralini
yükseltecek, Türklüğün unutulmaz ruh gücünü ortaya koyacak bir
marş ol¬malıdır.

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Şairlerimizin MİLLÎ MARŞ şiiri yazmaları için
bir çağrıda bulunalım.

ODADAKİLERDEN BİRİ - Doğru. Bir çağrıda bulunalım, şairlerimiz de bu
millî görevde yerlerini almalıdırlar.

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Millî Eğitim Bakanlığı olarak bir yarışma
açalım. Şairlerimizi teşvik için 500 lira da ödül koyalım.

ODADAKİLER - Uygundur... Uygundur. (Odadakiler başlarıyla da bu kararı
onayladılar.)

2. TABLO

(Hamdullah Suphi Bey, Hasan Basri Bey ile birlikte çalışma
odasında)

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Biliyor musun Basri? Aklıma getirmek
istemediğim, daha doğrusu sesli düşünmeye çekindiğim, korktuğum
sonuçla karşı karşıya kaldım.

HASAN BASRİ BEY - Neler oldu Hamdullah Suphi Bey?

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Şuna inanınız ki Millî Marş için açtığımız
yarışma beni fazlasıyla üzmekte ve te¬dirgin etmektedir.

HASAN BASRİ BEY - Niçin? Ne oldu?. Yoksa yeterince şiir gelmedi mi?..

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Geldi Hasan Basri Bey kardeşim, geldi.
Yeterince şiir geldi... Bugüne kadar 724 şiir geldi.

HASAN BASRİ BEY - Peki sizi tedirgin eden nedir, Ham¬dullah Suphi Bey?
Yoksa gelen şiirler arasında Millî Marş olabilecek şiiri bulamadınız
mı? Gelen şiirler nasıl, yetersiz mi? Yoksa birbirinden güzel şiirler
ara¬sında en güzeli, en uygunu seçmekte tereddüt mü e¬dersiniz?
Sonuca ulaşmaktaki engeliniz nedir?

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Hasan Basri Bey... Bu gelen şiirlerin hepsi ayrı
ayrı güzelliktedir. Her biri ayrı ayrı temiz, saf, berrak, millî
duygularla dopdolu yazılmış şiirlerdir.

HASAN BASRİ BEY - Geriye ne kalıyor, Hamdullah Suphi Bey? Üzüntünüzün
sebebi nedir?

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Hayır!.. Hayır!.. Bunlar değil. Bu şiirlerin hepsi
birbirinden güzel, fakat bir eksiklik, bir ruh eksikliği var. Bunlarda
sürükleyicilik yok; millî heyecanları coşturacak duygular,
anlatımlar ye¬terli değil.

Hâlbuki bize öyle bir marş gereklidir ki, dertli ni¬nelerin
söylediği ninniler gibi şu yaralı gönülleri a¬vutmalı, tarlasına gider
gibi vatan savunmasına giden gencimizi, ihtiyarımızı, kadınımızı,
kızımızı, güçlü duygularla, ümitlerle sarmalı, bir yok oluş ümitsiz-
li¬ğini kırmalı, kara günlerimizi aydınlatmalı, askerin cephedeki
kahramanlığını, milletin sevinç ve kederle¬rini dile getirmelidir.

Bize gelen şiirlerde bunlar var, var ama kısım kı¬sım ele
alınmış. Tamamını ele alıp bütünlük sağlayan yok. Yani aranılan
ve beklenilen şiir ölçüsünde bir şi¬ir yok.

HASAN BASRİ BEY - Üzüntünüzün sebebi şimdi anlaşılıyor. Öyleyse yeni
şiirlere ihtiyacımız var. Bunun için ye¬niden bir duyuru mu yapa-
caksınız? Yoksa bir bekleyişe mi geçeceksiniz? Bu konuda düşün-
ceniz ne¬dir?..

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Evet... Yeni bir şiir bekliyo¬rum. Bu belki bir
açıklama sonucu veya bir bekleme sonucu gelebilir. Yalnız,
dikkatimi bir şey çekti; ge¬len şiirler arasında Mehmet Akif Bey'in
şiirine rastlamadım... Demek ki yarışmaya katılmamış. (Biraz
düşünür) Acaba niçin katılmadı?.. Sizin bilginiz var mı?

HASAN BASRİ BEY - Yok... Hayır... Bilmiyordum. Ben katılacağını tahmin
ediyordum. Katılmış olmalı.

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Hayır, şiirine rastlamadım, ka¬tılmamış. Böyle
bir olayda kenarda durmasını anla¬yamıyorum. Kendisinden tam
görev beklerken, en güzel ve anlamlı eserini sunmasını beklerken,
o or¬tada yok. Şiir yazmaktan kaçınıyor. Acaba niçin yaz¬madı?
Ama yazmalıydı... Biliyor musun Hasan Basri Bey, bu bir eksik -
liktir. Biz bu eksikliği gidermeliyiz... Ona bir şiir yazdırmalıyız.

Siz Hasan Basri Bey, acaba kendisiyle konuşabilir misiniz? Bu
konuda bir şiir yazmasını rica ediniz... Ben ayrıca rica edeceğim.

HASAN BASRİ BEY - Tabii... Söylerim...



3. TABLO

(Hasan Basri Bey, Mehmet Akif Bey büro tipi bir o¬dada
oturmaktadırlar.)

HASAN BASRİ BEY - Mehmet Akif Bey kardeşim. Biliyor musunuz Millî
Marş için İstiklal Marşı için şairlerimiz arasında bir yarışma düzen-
lendi. Milletimizin za¬fer dolu günlerine ulaşmasında bu marşın itici
bir gü¬cü olacaktır. Fakat gelen şiirler arasında sizinkine rastalaya -
madım.

MEHMET AKİF BEY - Bir yarışa girmek istememiştim. Bu sebeple yazmadım.

HASAN BASRİ BEY - Fakat Mehmet Akif Bey, sizin böyle bir olayda kenarda
durmanızı pek anlayamadım. Millî Marş için bugüne kadar 724 şiir
geldi. Millî Eğitim Bakanlığı içlerinden birisini seçemedi. Hâlbuki
bu şi¬irler ayrı ayrı güzellikte ve millî duygularla dopdolu olmasına
rağmen her biri bir başka yönden bir heye¬can eksikliği içerisinde-
dirler. Bakanlık bunun için iç¬lerinden birini seçemedi. Ve bunun
için bir yeni şiir bekleyişi içindedir. Akif Bey kardeşim, işte bunun
içindir ki senden yazmanı rica edeceğim.

MEHMET AKİF BEY - Hasan Basri Bey, darılmayınız ama şunu da biliniz ki,
ben ne şiir yarışmasına girerim, ne de bu yarışmanın ödülünü alırım.

HASAN BAHRİ BEY - Fakat Mehmet Akif Bey, milletin he¬yecanına tercüman
olacaksınız. Siz de diğer şairleri¬miz gibi...

MEHMET AKİF BEY - Bırak yazsınlar... Ben bu yaştan son¬ra yarışa mı
çıkacağım... Ayıp değil mi?..

4. TABLO

(Hamdullah Suphi Bey ile Hasan Basri Bey büroda¬lar.)

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Şimdiye kadar marş için pek çok şiir geldi. Bili-
yorsunuz. Ama hiç birisi istenileni vermiyor. Her biri bir başka gü-
zellikte olmasına kar¬şılık yine de bir eksiklik gözden kaçmıyor.
Milletimi¬zin her ferdini aynı duygularla heyecanlandıracak, coştu-
racak bir iticilikten yoksunlar. Bir değişik üs¬lupla her birinde ayrı
ayrı işlenen özellikler bir bütün içinde ve akıcı şekilde ele alınma-
lıdır. Bu konuda a¬caba Mehmet Akif Bey'i nasıl ikna edebiliriz?
Bir de onun denemesini istiyorum. Yararlı olacaktır. Buna inanıyo-
rum.

HASAN BASRİ BEY - Mehmet Akif Bey yarışma şeklini ve ödülü kabul etmi-
yor. Eğer buna bir çare ve şekil bu¬lursanız yazdırmaya çalışırım.

HAMDULLAH SUPHİ BEY - (Biraz düşünür.) Dur. .. Ben kendisine bir yazı
yazayım... Arzusuna uyacağımızı bildireyim. Fakat yazıyı
kendisine siz veriniz.

(Hamdullah Suphi Bey, Mehmet Akif Bey 'e göndere¬ceği
yazıyı yazmaya başlar.)


“Pek Aziz ve Muhterem Efendim,
İstiklal Marşı için açılan yarışmaya katılmamanız¬daki se-
beplerin giderilmesi için pek çok tedbirler vardır. Siz sayın üsta-
dımızın marşı yazmaları son ça¬redir. Asil endişenizin icabettiği
ne varsa hepsini ya¬parız. Memleketi bu üzüntü verici telkin ve
tehyic (coşturma, heyecanlandırma) vasıtasından mahrum bırak-
mamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimizi
arz ve tekrar eylerim.
5 Şubat 1921
Millî Eğitim Bakanı
Hamdullah Suphi.”

5. TABLO

(Hasan Basri Bey ve Mehmet Akif Bey Meclis'te yan yana
oturmaktadırlar. Hasan Basri Bey çantasın¬dan bir kâğıt çıkarır.
Ciddi ve düşünceli olarak bir şeyler yazmaya hazırlanır... Mehmet
Akif Bey, Hasan Basri Bey'i ilgiyle izler. Merakla sorar.)


MEHMET AKİF BEY - Niye düşünüyorsun Basri?

HASAN BASRİ BEY - Mani olma Mehmet Akif, görüyorsunuz, işim var.

MEHMET AKİF BEY - Peki, peki... Bir şey mi yazacaksınız?

HASAN BASRİ BEY - Evet.

MEHMET AKİF BEY - Ben mani olacaksam kalkayım. (O¬turduğu yerden
kalkmak ister.)

HASAN BASRİ BEY - (Kalkmak üzere olan Mehmet Akif Bey'in kolundan
tutarak oturtur.) Hayır, hiç olmazsa ilhamından ruhuma bir şeyler
sıçrar.

MEHMET AKİF BEY - Anlayamadım.

HASAN BASRİ BEY - Şiir yazacağım da...

MEHMET A.KİF BEY - Ne şiiri?

HASAN BASRİ BEY- Ne şiiri olacak? İstiklal Marşı şiiri. Siz şairler bir kenarda
oturduğunuz için, artık onu yaz¬mak bize düştü.

MEHMET AKİF BEY - Gelen şiirlere ne olmuş? Çok sayıda şiir geldiğini
söylüyordun.

HASAN BASRİ BEY - Beğenilmemiş.

MEHMET AKİF BEY - (Üzüntüyle) Ya...

HASAN BASRİ BEY - Üstat, bu iş bize düşüyor... Bu marşı biz yazacağız.

MEHMET AKİF BEY - Yazalım ama şartları berbat.

HASAN BASRİ BEY - Hayır, şart falan yok. Siz yazarsanız yarışma şekli
kalkacak.

MEHMET A.KİF BEY - Olmaz, kaldırılamaz. Bir kere ilan edildi.

HASAN BASRİ BEY - Canım, Bakanlık buna bir şekil bula¬cak. Sizin marşınız
yine resmen Türkiye Büyük Mil¬let Meclisinde kabul edilecek.
Güneş varken yıldızı kim arar?

MEHMET AKİF BEY - Peki, bir de ödül vardı?

HASAN BASRİ BEY - Tabii alacaksınız.

MEHMET AKİF BEY - Vallahi almam. Alamam.

HASAN BASRİ BEY - Yahu, şaka ediyorum. Onu da bir hayır kurumuna
veririz. Siz bunları düşünmeyin.

MEHMET AKİF BEY - Bunu Bakanlık kabul edecek mi?

HASAN BASRİ BEY - Ben Hamdullah Suphi Bey’le görüş¬tüm, yarışma şartla-
rını sizin isteğinize göre düzenle¬yen bir uygulama yapılacağı konu-
sunda mutabık kal¬dık. Hatta sizin namınıza bile söz verdim.

MEHMET AKİF BEY - Söz mü verdiniz?.. Söz mü verdiniz¬?

HASAN BASRİ BEY - Evet, söz verdim. Sizin adınıza Ham¬dullah Suphi Bey'e
söz verdim.

MEHMET AKİF BEY - Peki, nasıl olur, ne yapacağız?

HASAN BASRİ BEY - Yazacağız efendim, yazacağız. Bir¬likte yazacağız. Sen
yazacaksın.

MEHMET AKİF BEY - Hasan Basri Bey kardeşim... Ger¬çekten söz verdin mi?

HASAN BASRİ BEY - Evet verdim... Gerçekten söz verdim. (Kısa bir sessiz-
likten sonra.)

MEHMET AKİF BEY - Hamdullah Suphi Bey'e hakikaten söz mü verdin? Beni
kandırmıyorsun değil mi? Söyle, sahiden söz verdin mi?

HASAN BASRİ BEY - Evet, Hamdullah Suphi Bey'e söz ver¬dim. Seni aldatmı-
yorum. Gerçeği söylüyorum. İstik¬lal Marşı şiirinin yazdırılması
için söz verdim. Senin adına söz verdim. Beni buna sevk eden, size
olan i¬nancım ve sonsuz güvenimdir.

(Mehmet Akif Bey, Hasan Basri Bey'in elindeki kâğıt ve
kalemi alır. Engin bir hayale dalar.)

6. TABLO

(Hasan Basri Beyodadır. Mehmet Akif Beyodaya girer.
Hasan Basri Bey de onu sevgi ve saygıyla kar¬şılar.)

HASAN BASRİ BEY - Hoş geldiniz Mehmet Akif Bey karde¬şim, nasılsınız? ..

MEHMET AKİF BEY - Sağ olun Hasan Basri Bey, iyiyim.

HASAN BASRİ BEY - Birkaç gündür sizi göremeyince me¬raklandım.

MEHMET AKİF BEY - Yazdım Hasan Basri Bey, bir şeyler yazmaya çalıştım.
Fakat biliyorsunuz, zaman çok kı¬sıtlı. (Cebinden katlanmış bir
kâğıt çıkarıp Hasan Basri Bey 'e vermek ister.)

HASAN BASRİ BEY - Yarına kadar sizde kalsın Akif Bey, isterseniz gösterme-
yiniz. Belki değiştirme yaparsınız.

MEHMET AKİF BEY - Olabilir... Fakat biliyor musun, sen bu işi başardın,
marşı yazdın.

HASAN BASRİ BEY - Teveccühünüz efendim, hiç öyle şey olur mu? Bu tama-
men sizin çalışmanızdır. Sizin ese¬rinizdir. Yalnız şunu arz edeyim;
bu olay Hamdullah Suphi Bey ile benim size olan inancımızın ve
güve¬nimizin boşuna olmadığını ispatlamıştır.

MEHMET A.KİF BEY - Ben müsaade isteyeyim.

HASAN BASRİ BEY - Hay hay ...

(Mehmet Akif Bey gider. Odada tek kalan Hasan Basri Bey,
şiirin yazılmasından dolayı gizli bir se¬vinçle güler.)

7. TABLO

(Hamdullah Suphi Bey ile Hasan Basri Bey çalışma odasın-
dadırlar. Hamdullah Suphi Bey, Hasan Basri Bey'in verdiği kâğıdı
inceler... Okudukça gülümser, heyecanlanır...)

HAMDULLAH SUPHİ BEY- Gerçekten çok güzel... Çok güzel... (Eliyle kâğıdı
işaret ederek) Şu mısraların güzelliğine, akıcılığına bak. İşte bekle-
nen şiir bu azi¬zim. İnsanın okudukça okuyası geliyor. Ruhları bü¬ -
tünleştiren, heyecanları coşturan, sürükleyici ve etkili bir millî ruh
var... Cepheden cepheye koşan kadınla¬rımızın, çocuklarımızın, ak
saçlı ihtiyarlarımızın, kal¬bi “vatan... vatan” diye çarpanların gönül
derin¬liklerinden gelen sesler bunlar. Bu okundukça duygularımız
kabaracak. Marş olarak söylendikçe coşu¬lacak bir şiir, işte o, bu
şiirdir.

HASAN BASRİ BEY - Evet öyle... Fakat Hamdullah Suphi Bey, önümüzde
önemli bir engel var. Endişem beni tedirgin ediyor.

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Nedir o?

HASAN BASRİ BEY - Mehmet Akif Bey'i incitmeden bu şiiri Meclis'ten nasıl
geçireceğiz?

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Evet, doğru... İşin en zor yönü de bu galiba.

8. TABLO

(Mehmet Akif Bey ile Hasan Basri Bey, ayakta karşı
karşıya görüşmektedirler.)

MEHMET AKİF BEY - Bir tereddüdüm var Hasan Basri Bey... Zaman zaman
kendime soruyorum... Biz bu şiiri yazmakla yanlış bir iş yapmadık,
değil mi?..

HASAN BASRİ BEY - Ne diyorsunuz Mehmet Akif Bey? Ne demek, yanlış bir
iş yapmak? Bilakis, çok, çok büyük bir iş yaptınız. Millet için yapı-
lacak işlerin en bü¬yüklerinden ve en şereflilerinden birini yaptınız.

MEHMET AKİF BEY - Peki, siz Hamdullah Suphi Bey'e söz vermiş miydiniz?

HASAN BASRİ BEY - Evet, vermiştim. O gün için bana tam olarak inanmamış-
tınız ama söz vermiştim. Hamdul¬lah Suphi Bey size şöyle bir yazı
yazmıştı. (Hasan Basri Bey, Hamdullah Suphi Bey'in yazdığı yazıyı
cebinden çıkarır, Mehmet Akif Bey 'e verir. Mehmet Akif Bey yazıyı
okur... Okuduktan sonra Mehmet Akif Bey, olumlu bir şekilde başını
sallar.)

2. PERDE
1. TABLO


(1 Mart 1921 tarihli Türkiye Büyük Millet Meclisitoplan-
tısı. TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Ha¬san Basri Bey, Millî
Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey, Muhittin Baha Bey, Besim
Atalay Bey, Salih E¬fendi ve Meclis 'in diğer üyeleri.)

MECLİS BAŞKANI MUSTAFA KEMAL PAŞA- Efendim, iki önerge vardır.
Arkadaşlardan Basri Bey'in, Ham¬dullah Suphi Beyefendi'nin İstik-
la1 Marşı'nı kürsü¬den okumasına dair teklifler vardır.

MUHİTTİN BAHA BEY - Hangi İstiklal Marşı, Basri Bey söylerler mi?

BESİM ATALAY BEY - Daha kabul edilmedi efendim.

HASAN BASRİ BEY - Millî Eğitim Bakanlığınca 7 tanesi seçilmiş. Bunlardan
herhangi biri okunsun.

MECLİS BAŞKANI MUSTAFA KEMAL PAŞA- Efendim, Basri Bey'in tekli-
fini kabul edenler lütfen ellerini kaldırsınlar. Kabul olunmuştur
efendim. Hamdullah Suphi Beyefendi. buyurun. (Şimdi gelir,
sesleri.)

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Arkadaşlar hatırlarsınız. Millî Eğitim Bakanlığı
millî mücadelemizin ruhunu anlata¬cak bir marş için şairlerimize
müracaat etmiştir. Birçok şiirler geldi. Arada yedi tanesi en fazla
aradığı¬mız özelliklere sahip olarak görülmüş ve ayrılmıştır.

SALİH EFENDİ - İsimleri nedir?

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Ayrıca arz edilecektir. Yalnız Bakanlık, yapmış
olduğu soruşturmada çok iyi ve kuvvetli bir şiir aramak lüzumunu
hissettiği için ben şahsen Mehmet Akif Beyefendi'ye müracaat
ettim. Kendileri çok asıl bir endişe ile tereddüt gösterdiler.

Bilirsiniz ki, bu şiirler için bir ödül konulmuştur. Hâlbuki
bunu kendi isimlerine bahane etmek arzu¬sunda bulunmadıklarını
ve bundan çekindiklerini açıkladılar. Ben şahsen müracaat ettim.
Lazım gelen tedbiri alırız ve gereken ilanı yaparız dedim. Bu şartla
büyük dini ve millî şairimiz bize fevkalade nefis bir şiir gönderdi-
diler. Diğer altı şiirle beraber nazarı dikka¬tinize arz edeceğiz.
Seçmek size aittir. Arkadaşlar oyumu ayırıyorum. Beğen-
mek, takdir etmek konusunda serbestim. Seçi¬mimi yapmışım,
fakat sizin seçiminiz benim seçimi¬mi etkileyebilir. Arkadaşlar, bu
size aittir, efendim.

(Hamdullah Suphi Bey, konuşmasını bitirdikten son¬ra,
kürsüden Mehmet Akif Bey 'in şiirini okur.)


İSTİKLÂL MARŞI


Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
(Şiddetli alkışlar)
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O, benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O, benimdir; o, benim milletimindir ancak!

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül; ne bu şiddet bu celal?
Sana olmaz, dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal!
(Alkışlar)

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın, bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garb'ın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi, serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
(Alkışlar)

Bastığın yerleri “toprak” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı,
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
(Alkışlar)

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
(Alkışlar)
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin, tek vatanımdan beni dünyada cüda.
(İnşallah sesleri)

Ruhumun senden, İlahî şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli,
Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecdile bin secde eder, varsa taşım;
Her cerihamdan, İlahî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır, ruhumücerred gibi yerden naaşım!
O zaman yükselerek Arşa değer, belki başım!
(Alkışlar)

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı Hilal!
Olsun artık dökülen kanların hepsi helal
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal!
(Sürekli alkışlar)






2. TABLO

(Türkiye Büyük Millet Meclisi 12 Mart 1921 tarihli toplan-
tısı. Meclis Başkanlığı'nda Dr. Adnan Adıvar, Milli Eğitim Bakanı
Hamdullah Suphi Bey, Muhittin Baha Bey, Yahya Galip Bey, Besim
Atalay Bey, Refik Şevket Bey, İhsan Bey, Hamdi Namık Bey, Hüse -
yin Bey, Hasan Basri Bey, Salih Efendi, Müfid Efendi, Hacı Tevfik
Efendi ve Meclis 'in diğer üyeleri.)

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Arkadaşlar, İstiklal Marşları hakkında Bakanlık
tarafından yapılan davet üzerine, ne kadar marş elimize gelmişse,
bunları bir komisyon çalışmasıyla inceledik. Sonucu Yüce Kurulu-
nuza arz ettik. Bunları görmek istediniz, baskıları yapılarak dağıtıl-
dı. Efendim.

Bir nokta üzerinde dikkatinizi çekmek isterim e¬fendim. Bu
istiklâl marşları tarafınızdan incelendik¬ten sonra hangi şiiri seçer -
seniz, ikinci bir işlem daha yapılacaktır. Bestekârlara yollayacağız,
bestekârlar dahi, bize muhtelif besteler yollayacaklardır. Onlar
arasında da seçim yapılacaktır.

Anadolu mücadelesi uzun zamandan beri devam ediyor.
Bunu ifade etmek, bunun ruhunu söyletmek üzere yazılmış olan
bu şiirler, ne kadar önce bir kara¬ra bağlanırsa şüphesiz ki, daha
fazla fayda görürüz. Yüce Kurulunuzdan rica ediyorum, şiirler
incelenmiştir. Bunları bir kurula mı, bir komisyona mı verirsiniz?
Genel Kurulca bir karara mı bağlarsınız, ne arzu buyurursanız,
yapınız.

MECLİS BAŞKANI - Millî Eğitim Bakanlığı bu İstiklâl Mar¬şı'nın bugün gün-
deme alınarak görüşülmesini arzu ediyor. Bugün görüşülmesini
arzu edenler, lütfen el¬lerini kaldırsınlar... Kabul edildi efendim.

MUHİTTİN BAHA BEY - Muhterem efendiler, söyleyeceğim sözler yanlış
anlaşılmasın. Bu millî marş yarışmasına katılmak istedim. Fakat
bu yarışma öyle bir hal almış¬tır ki, ben bu yarışmadan
çekiliyorum. (M) imzalı bir şiir bendenizindir. Bunu yarışmaya
koymayınız. Yine Kemalettin Kami namında bir şiir vardır ki, aynı
se¬bepten dolayı, kendi şiirini geriye almıştır. Bunun ü¬zerine fikir
ve oylarınızı buyurunuz: Bir edebi komis¬yon mu kurarsınız, ne
yapılacaktır, ona göre.

MECLİS BAŞKANI - Burada bir mesele var. İstiklal marşlarını doğrudan doğ -
ruya Yüce Kurulunuzda görüşerek bir karara mı varacaksınız, yok-
sa bir komisyona mı göndereceksiniz?

YAHYA GALİP BEY - Burada olsun hepimiz anlarız.

BESİM ATALAY BEY - Efendim, şiirler iki türlüdür. Ya duyguların veyahut
da derin bir ruhun ağlatıcı heyecanları¬nın aksidir. Şiir bu iki şekil
üzerine doğarsa geçerli olur. Dünyada bu şiirler halk arasında
yaşarlar. Böyle olmayıp da ısmarlama yolla yazılırsa, bu şiirler
yaşa¬maz. Efendiler, bizim "Cezayir Marşı"mız vardır; bu, halk
arasında yaşıyor; bir müsabaka ile yazılmamıştır; bu, ağlayan bir
ruhun hayatını terennüm eder.
"Merseillaise”in nasıl söylendiğini bilirsiniz. Bü¬yük ihtilal
sırasında, silahını almış koşan bir gencin söylediği şiir birdenbire
yaygınlaşmıştır. Evvela, bu gibi şiirlerin, memleketin maruz kaldığı
felaketlere, ağlayarak, titreyerek, evvela güftesi değil bestesi söyle-¬
nir. Ismarlama şiirlere verilecek, memleketin parası yoktur.

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Arkadaşlar, bir hata üzerine, bir yanlış anlama
üzerine dikkatinizi çekmek isterim. Bilhassa para meselesiyle bu
şiirler arasında ilişki kurmak yanlıştır.
Memleketin maddî ve manevi kuvvetleri vardır. Vatan mü-
cadelesi yapan milletimizin vekilleri onun vekillerinin vekilleri hal-
kın heyecanını ifade etmek üzere memleketin şairlerine müracaat
etmiştir. Bu şa¬irler ilk defa şiirlerini yazmamışlardır. Arkadaşlar,
bize şiirini yollayan şairler, seneler arasında, bütün memleketin ke-
derlerini, ıstıraplarını, bütün övünçle¬rini söyleyen şiirler yazmışlar-
dır. Demek para karşılı¬ğında şiir yazmak konu değildir. Biz, halkın,
ruhunu ve heyecanını ifade eden şiirler yazmaları için, şairle¬rimize
müracaat ettik. Hiçbirisi para hakkında bir şey söylememiştir. Ge-
çen defa, işaret ettiğim üzere, naza¬rı dikkatinizi çekiyorum efendim.
Mehmet Akif Bey ki, bu şairler arasında, para meselesinden kaçınan
ar¬kadaşlarımızdan birisidir, zaten senelerden beri en yüksek ve
ilahî bir anlatımla yazmıştır, yeniden yaz¬maktan çekinmesi, bazı-
larının hatırına para gelir diye korkmasındandır ve onun için yaz-
mamıştır. Ben ge¬len şiirleri okuduktan sonra, bu işte görevli bir
arka¬daşınız olarak, arzu ettim ki, bir kuvvetli şiir daha bu¬lunsun ve
kendilerine müracaat ettim. Bunun üzerine kendileri de bu şiiri
yazdılar, gönderdiler. Besim Atalay Bey'in, halk şiirlerinin -bilhas-
sa büyük millî olaylarla ilişkili şiirlerin- bir özel sipariş üzerine
doğmadığı sözü gayet doğrudur. Yalnız, bizim şim¬diye kadar
mevcut olan şiirlerimiz, bugünkü mücadelemizi ifade etmiyorsa,
şairlerimizin kendi duygu¬larını ifade etmeleri katiyen doğru değil-
dir. Kendileri şu noktada haklıdırlar: Bütün şiirleri ve mim şiirler,
cihanın en bilinen şiirleri halk hareketleri arasından doğmuş olan
şiirlerdir. Fakat itiraf ederim ki, bu şiir¬ler aramızda daha doğma -
mıştır. Doğmasını arzu et¬mek bizim için bir görevdir. Şairlerimize
müracaat ettik, bize çok güzel şiirler yazdılar. Bu şiirler ara¬sında
seçim hakkı yüce Kurulunuza aittir. Şiirleri okuyunuz. Ve bütün
milletin diline geçmesi için acele ediniz, bir karar veriniz, bildiri-
niz, ben de çalışmamın ikinci kısmına geçeyim.

DR. SUAT BEY - Beyler, esasen mesleğim şiirle, edebiyatla ilgilenmeye müsait
değildir. Bu sebeple yapacağım açıklamamı şiir veya edebiyat eleş-
tirisi gibi arz etmi¬yorum. Ancak, Hamdullah Suphi Beyefendi ge -
çen¬lerde bu kürsüde, bu şiirleri açıkladığı zaman Mec¬lis'te büyük
bir gürültü olmuştu. Ondan anlaşılıyor ki, İstiklal Marşı olarak, bu
şiirlerden birisinin seçilme¬sini teklif ederlerse, çok güzel bir şey
olacak. Bende¬niz, Akif Bey'in diğer eserlerini de okumuşum. Esa-
sen bir marş, bir milletin heyecanlarını, acılarını dile getirmek
yönünden kıymetli ise, Akif Bey'in son yaptığı İstiklal Marşı'ndan
evvel kaleme aldığı şiirler, zaten bundan çok evvel, bizim heyecan-
larımızı, acıla¬rımızı ifade etmiştir. Kendisinin, memleketin heyeca-¬
nına karşı ne kadar kudretli bir şair olduğunu, Batı ve Doğu âlemi
hakkındaki düşüncelerinin en güzel nu¬munelerini “Safahat” ismin-
deki eseri gösterir. Bu itibarla, bu kahramanı edebi kılmamak elden
gelmez. Bendeniz, kendi namıma, Mehmet Akif Bey'in büyük bir
unvan ile tertip ettiği eseri tetkik etmek istemem. Ayrıca bu mese-
lede ve bundan önce Meclis'te büyük vecd uyandırmıştır. Onun
için, görüşmeyi uzatmadan bunun kabul edilmesini teklif ederim.

HACI TEVFİK EFENDİ - Efendiler, bendeniz bu şiirin şu hakikat kürsülerine
nasıl çıktığına hayran oldum. Bunu Bakanlığın kendisi seçer,
kendisi onaylar, ken¬disi yapar. Gerçi şiir bir meziyettir. Gerçi şiir
bir zir¬vedir, lakin hayaldir. Eğer tercih lazım geliyorsa, Akif Bey’
in şiiri gayet güzel yazılmıştır.

TUNALI HİLMİ BEY - Arkadaşlar, mesele gayet önemlidir. Eğer bu marş, Milletin ruhunu
kavrayabilecek bir marş ise onda ufacık bir yakışıksızlık
diyelim, sonra, o marş için pek büyük düşüklük verir. Biraz
serbest söyleyemiyorum, kusura bakmayınız. Burada edebî tenkit
yapacak değilim. Sadece fikrimi kısaca arz e¬deceğim. Zira bir kere
bu marş Milletin ruhundan doğma bir marş değildir. Besim Atalay
Bey'in hakkı vardır. Milletin ruhuna tercüman olacak bir marş ol-¬
malı. (Gürültüler) Müsaade buyurunuz.

MECLİS BAŞKANI - Kesmeyelim, böyle görüşme yapamayız ki!

TUNALI HİLMİ BEY - Bu o kadar görüşmeye layıktır ki siz takdir edemezsi-
niz.

REFİK ŞEVKET BEY - Başkan Bey, görüşme usulü hakkında söz isterim. İzin
veriyor musunuz? Şiirler sahiplerinin malıdır. Beğenirsek oy veri-
riz, beğenmezsek oy ver¬meyiz. Herkesin muhterem şahsiyetine
tecavüz etmeyerek kabul edelim; veyahut etmeyelim, rica ederim.

TUNALI HİLMİ BEY - Gerek şu şiire ve gerek diğer şiirlere karşı bir şey söy -
ledim mi ki böyle söylüyorsunuz? ݬsim belirtmedim. İyi dinleyi -
niz. Arkadaşlar, rica ede¬rim, buna bir komisyon oluşturalım, oraya
havale e¬delim, bu şiirlerden birini seçsin. Asıl mesele bura¬dadır. O
komisyon seçtiği şiirin sahibini çağırır, der ki ona: “Şu mısrayı terk
ederseniz veya şu şekilde değiştirirseniz ve şu kelimenin bununla
değişmesi la¬zımdır.” O zaman şiir daha parlak olur. Rica ediyorum,
bu noktaya dikkat etmenizi istiyorum: arkadaşlar, şiirin baştanbaşa
iyi olmasını bütün samimiye¬timle arzu ediyorum. Ve bu teklifte
bulunuyorum. (Gürültüler). Arkadaşlar, tekrar ısrar ediyorum, bir
komisyon oluşturulmalı ve seçim onun oyuna bıra¬kılmalıdır.
("Hayır, hayır" sesleri, gürültüler.)

MECLİS BAŞKANI - Efendim, müsaade buyurunuz. Trabzon milletvekili Celal
Bey'in İstiklal Marşı ile ilgili bir takriri (önergesi) var.


“Meclis Başkanlığına
Haddim olmayarak karaladığım İstiklal Marşı'nın
yüce Meclis huzurunda okunmasını tek¬lif ederim.
Trabzon Milletvekili Celal.”

MECLİS BAŞKANI - Müsaade buyurunuz rica ederim. Zan¬nediyorum ki, bu
sizlere dağıtılan şiirler, belirli za¬man zarfında toplanıp da şimdi
tespit edilenlerdir. Bunun yarışmaya katılması mümkün müdür
efendim? (“Hayır, hayır” sesleri)

İHSAN BEY - Şekil aramıyoruz, iyi ise dinleyelim.

MECLİS BAŞKANI - Efendim, müsaade buyurunuz, tekrar ediyorum. Belirli
zaman zarfında marş yarışması ilan edildi. Onlardan Millî Eğitim
Bakanlığı tespit etmiş, göndermiş, şimdi bu gönderdiği marşlardan
birinin seçimini, genel kurulda kendisi takip ediyor ve mü¬zakere
ediyoruz. Bu ara birisi bir marş gönderiyor. Bunu kabul ettikten
sonra yarın, olabilecek müraca¬atları da reddedemeyeceğiz.

REFİK BEY - Nasıl reddedeceksiniz. Devam edecektir.

İHSAN BEY - Marş lazımdır. Hangisi güzel olursa o lazımdır.

MECLİS BAŞKANI - Bu marşın okunmasını kabul buyuranlar, lütfen el kaldır-
sınlar. Kabul edilmedi efendim.

HAMDİ NAMIK BEY - Efendiler, millî bir marş yazmak ihti¬yacı hâsıl olmuş.
Millî Eğitim Bakanı şairleri ya¬rışmaya davet etmiş. Birçok şiirler
içerisinden birkaç parça seçilmiş. Bendeniz anlamıyorum, bu bir
Mec¬lisi Millî işi midir? Bir edebî komisyon işi midir? (“Millet
işidir” sesleri) Millet işidir şüphesiz efendi¬ler. Fakat bildiğiniz
gibi, şiir işi bir sanat işidir. Eğer, bunu tercih etmek hakkını biz
üstümüze alıyorsak, aramızda şiirle ilgilenmiş arkadaşlarımızdan
bir ko¬misyon oluşturalım, onlar incelesinler. Geçen gün, bu mak-
satla söylediğim bir söz yanlış anlaşılmıştır; bu¬nun için eğer bunun
incelenmesi için içimizden bir komisyon teşkil etmeyecek olursak,
o hak, doğrudan doğruya Milli Eğitim Bakanlığına aittir, görüşle-
rini açıklasın, ya kabul edersiniz yahut etmezsiniz. Bu¬nun uzun
uzadıya sürünmesine h:ket yoktur. (Gürültüler.)

HÜSEYİN BEY - Millî Eğitim Bakanlığına ne kadar şiir ve¬rilmiş ise, onlar,
yeniden komisyona verilsin ve orada yeniden incelensin.

HAMDULLAH SUPHİ BEY - Arkadaşlar, Refik Şevket Bey'in sözünü tekrar
ediyorum. Bu şiirler söz konusu olduğu zaman, lüzumsuz yere,
hatta isteğimiz dışında şiirler yazmış olan arkadaşlarımız için,
böyle bir söz, buradan çıkmamalıdır. Arkadaşlar, “ısmarlama” sözü
ve “halkın tercümanı olmaz” sözü yanlıştır. Çünkü halkın temsi-
cileri olan sizlerin huzurunda okunan şi¬irlerin Yüce Kurulunuz
üzerindeki etkisine bendeniz şahit oldum. Eğer halka etkisini
anlamak için kendi kalbimizden başka ölçümüz varsa o başkadır.
Eğer, halka etkisini kendimiz anlayacak olursak, halkın kalbini de
anlamış oluruz. Şimdi arkadaşlar, bendeniz diyeceğim ki, bir edebî
komisyona havale edersek bir fayda akla gelebilir; eğer komisyon
kararını verip bitirecek ise. Fakat zannediyorum, Meclis’inizin ver¬
diği karar ve ısrar ettiği nokta, kendisi bu işi hallet¬mektir. O halde
komisyondan çıkıp yine heyetinize gelecektir, yine bu durum hâsıl
olacaktır. O halde bu¬rada yedi tane şiir vardır. Başkanlık bunları
ayrı ayrı oya sunsun, hangisi tarafınızdan beğenilirse onu ka¬bul
edersiniz. (“Doğru” sesleri)

MECLİS BAŞKANI - Efendim, görüşmenin yeterliliğine dair takrirler (önergeler) var. Görüşmenin
yeterliliğini oya sunacağım. Görüşmeyi yeterli görenler, lütfen
el kal¬dırsınlar. (Kabul edildi.) Kırşehir Milletvekili
Yahya Galip Bey'in bir takriri (önergesi) var.

“Meclis Başkanlığına
Muhittin Baha Bey'in açıkladıkları marşın kürsüde taraflarından
okunmasını teklif eylerim.
12 Mart 1921
Kırşehir Milletvekili
Yahya Galip.”

MECLİS BAŞKANI - Kabul edenler ellerini kaldırsınlar. Ka¬bul edilmedi
efendim.

Efendim Muş Milletvekili Abdülgani Bey'in bir
önergesi vardır.


“Meclis Başkanlığına
İstiklal Marşı Milli Eğitim Bakanlığınca yarışma açılmış
ve seçimi yine ilgili Bakanlığa ait olduğundan ve yüce Meclisimiz
bir meclisi edebi olmadığından seçimin dahi Milli Eğitim Bakan-
lığına ait olduğunu arz ve teklif ederim.
12 Mart 1921
Muş Milletvekili
Abdülgani.”

MECLİS BAŞKANI - Kabul edenler lütfen el kaldırsın. Kabul edilmedi efendim.

Efendim Saruhan Milletvekili Avni Bey'in önergesi var.

“Meclis Başkanlığı 'na
İstiklal Marşı vatan i bir parça olmakla beraber her¬halde
şayan-ı teslimdir ki şiir, musiki, vatanı olması lazım gelen bu
marşın incelenmesi herhalde bir ihti¬sas ve bilgi meselesidir. Bunun
için bu marşın seçimi ve kabulü için ihtisas sahibi kişilerden oluşan
bir ko¬misyona bırakılmasını ve ondan sonra bestelenmesini teklif
ederim.
12 Mart 1921
Saruhan Milletvekili
Avni.”

MECLİS BAŞKANI - Efendim bu teklifi kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın.(Kabul edilmedi.)

Şimdi efendim görüşmelerin yeterliliğine dair çeşitli
önergeler var. Yahut her marşı Yüce Ku¬rulunuzun oyuna koyalım.

“Meclis Başkanlığına
İstiklal Marşı'nın şubelerce teşkil edilecek bir özel komis¬-
yon tarafından tetkik ve tasdik olunmasını teklif ederim.
12 Mart 1921
Bolu Milletvekili
Tunalı Hilmi.”

MECLİS BAŞKANI - Bu takriri kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın. (Red olundu.)

“Meclis Başkanlığına
Şiirin besteye gelip gelmemesi vardır. Şairlerden ve
bestekârlardan oluşan bir komisyon kurulmasını tek¬lif ederim.

12 Mart 1921
Ertuğrul Milletvekili
Necip.”

MECLİS BAŞKANI - Aynı mealde birçok önerge¬ler vardır. Necip Bey'in
önergesini kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın. (Red olundu.)

HASAN BASRİ BEY - Başkan Bey, bizim bir takririmiz var¬dır. Suat Bey'in de
bir takriri var.

MECLİS BAŞKANI - Yüce Meclis oyunu ne şekilde kulla¬nırsa ondan sonra
anlaşılacaktır.


“Meclis Başkanlığına
Görüşmenin yeterliliğine ve Mehmet Akif Bey'in İstiklal
Marşı'nın kabulünü teklif ederim.
12 Mart 1921
Kastamonu Milletvekili
Suat.”



“Meclis Başkanlığına
Bütün Meclis 'in ve halkın takdirini çeken Mehmet Akif
Beyefendi'nin şiirinin tercihen kabulünü teklif ederim.

12 Mart 1921
Karesi Milletvekili
H Basri.”



“Meclis Başkanlığına
Görüşmelerin sona erdirilmesini ve Mehmet Akif Bey 'in
marşının kabul edilmesini teklif ederim.

12 Mart 1921
Bursa Milletvekili
Operatör Emin.”



“Meclis Başkanlığına
Bütün İslam dünyası üzerinde, şiirleriyle heyecanlar
yaratacak derecede ileri olan büyük İslam şairi M Akif Bey 'in
marşının takdiren kabulünü teklif ederim.

l2 Mart l92l
Bitlis Milletvekili
Yusuf Ziya.”


“Meclis Başkanlığına
Öteden beri İslam’ın ruhunu okuyan şair Akif Beyefen -
dinin İstiklal Marşı her yönüyle üstün ve yüce Meclis'in ruhi
maneviyesine en uygunu olarak kabul edilmesini teklif ederim.

12 Mart l92l
Isparta Milletvekili
İbrahim.”


“Meclis Başkanlığına
Mehmet Akif Bey tarafından yazılan marşın tarafından
kürsüde okunmasını teklif ederim.

l2 Mart l92l
Kırşehir Milletvekili
Yahya Galip.”

MECLİS BAŞKANI - Bu önergelerin hepsi Meh¬met Akif Bey'in şiirinin kabulü-
nü kapsamaktadır. (“Oya” sesleri) Müsaade buyurunuz rica ede-
rim, mü¬saade buyurunuz efendiler.

TUNALI HİLMİ BEY- Başkan Bey, müsaade buyurursanız, Mehmet Akif Bey’
in marşını oya sunmadan önce, ben¬deniz ufacık bir rica edeceğim.
Değiştirilme ihtimali vardır.

MECLİS BAŞKANI - Görüşme bitmiştir efendim; rica ederim.

SALİH EFENDİ- Bendeniz bir şey arz edeceğim.

MECLİS BAŞKANI - Görüşme bitmiştir. Millî Eğitim Bakan¬lığı'nın bir teklifi
vardır: “Her marşı ayrı ayrı oya ko¬yunuz.” diye teklif etmişlerdi.
Her marşın ayrı ayrı oya konulmasını kabul edenler lütfen el kal-
dırsın. (Kabul edildi.) Basri Bey'in önergesini oya koyuyo¬rum.
(Basri Bey'in önergesi tekrar okundu.)


“Meclis Başkanlığına
Bütün Meclis'in ve halkın takdirini çeken Mehmet Akif
Beyefendi'nin şiirinin tercihen kabulünü teklif ederim.

12 Mart 1921
Karesi Milletvekili
H Basri.”

MECLİS BAŞKANI - Basri Bey'in takririni (önergesini) kabul buyuranlar lütfen
el kaldırsın. Kabul edildi efendim. (Gürültüler ve “red” sadaları.)

REFİK ŞEVKET BEY - Başkan Bey, Mehmet Akif Bey'in şiirinin aleyhinde
bulunanlar da ellerini kaldırsınlar ki, ona göre muhaliflerin miktarı
anlaşılsın. (“Uy¬gundur anlaşılsın” sadaları.)

MECLİS BAŞKANI - Bu takriri kabul edenler, yani Mehmet Akif Beyefendi
tarafından yazılan marşın “İstiklal Marşı" olmak üzere tanınmasını
kabul edenler, lütfen el kaldırsınlar. (Büyük çoğunlukla kabul
edildi.)

MÜFİD EFENDİ - Başkan Bey, yalnız bir şey arz edeceğim.

Hamdullah Suphi Bey'in bu marşı bu kürsüden bir daha
okumasını rica ediyorum. (Gürültüler)

REFİK BEY - Milletin ruhuna tercüman olan iş bu "İstiklal Marşı"nın ayakta
okunmasını teklif ediyorum.

MECLİS BAŞKANI - Müsaade buyurun uz efendim. Yüce Kurul bu marşı
kabul ettiğinden, tabiİ resmî bir “İSTİKLAL MARŞI” olarak
tanınmıştır. Bunun için ayakta dinlememiz gerekir. Buyurun
efendiler.


(Hamdullah Suphi Bey İstiklal Marşı'nı kürsüde tek¬rar
okudu, saygıdeğer üyeler sürekli alkışlar ara¬sında ayakta
dinlediler.)


SÖZLÜK

afak: Ufuklar. Göğün yerle birleşir gibi göründüğü yerler.
arş: İslam inanışına göre göklerin en yüksek katı.
bent: Suyu biriktirmek için önüne yapılan set, büğet.
celal: Büyüklük, ululuk.
ceriha: Yara
cüda: Ayrılmış, ayrı düşmüş.
çehre: Yüz, surat.
ebedi: Sonsuz, ölümsüz.
ebediyyen: Sonsuzluk.
emel: Gerçekleştirilmesi az çok zamana bağlı olan istek, ülkü.
engin: Ucu bucağı görünmeyecek kadar geniş, çok geniş; Denizin kıyıdan çok
uzaklarda bulunan geniş bölümü, açık deniz.
feda: Gözden çıkarma; Bir şeyin yoluna gitme, kurban olma; Verme, uğruna
verme.
garp: Batı.
Hakk: Tanrı'nın adlarından biri
haya: Utanma.
Huda: Tanrı'nın adlarından biri
İlah: Tanrı.
İlahi: Tanrım. Ey Tanrım.
istiklal: Kendi başına olma, kimseye bağlı olmama. Bağımsızlık.
izmihlal: Yok olma, yok olup gitme.
kefen: Ölüyü sardıkları bez.
mücerred: Soyut.
naaş: Ölünün vücudu, ceset.
namahrem: Yabancı.
serhad: Sınır.
şafak: Gruptan sonraki alacakaranlık, güneş doğmadan evvelki alacalık, tan
zamanı.
şehadet: Tanıklık, şahitlik; Yüksek bir ülkü için, şehit olma.
şüheda: Şehitler.
vecd: Sevgi ya da heyecandan doğan coşkunluk.
zırh: Eskiden savaşlarda giyilen çelik giysi.